Engin Sezen, The Circle

Öldüm ve bir bahçeye gömüldüm” 

                                                                           Mustafa Kutlu

Liselerde edebiyat öğretmenliği yaparken, öğrencilerime önerdiğim Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay ve Tarık Buğra gibi sevdiğim yazarların roman ve öyküleri yanısıra, bir yazarımızı daha özellikle anar, eserlerinden örnek okumalar yapardım; böylelikle genç okur çağdaş bir edebiyat adamımızı daha tanımış oldurdu. Bu öykücümüz Mustafa Kutlu’dur.

Tertemiz dili, duru sesi ve rahat üslubuyla, Kutlu her yazdığını okutur. Tutar elinizden Anadolu’nun daha önce hiç gitmediğiniz kasabalarına götürür sizi, İstanbul’un unutulmuş kuytularında gezdirir.

Sadece öykü kitaplarını değil, mesela kimi öğrencilerime hazretin o zamanlar bir günlük gazetede yazdığı spor yazılarını kesip verdiğimi hatırlarım.

Ben ise, kendisinin daha çok İstanbul’a dair yazdıklarına kulak kesilmişimdir. Onun öykülerinde çocukluğumu, ilkgençliğimi, seksenlerin İstanbul’unu, Anadolu’nun az çok aşinası olduğum, o keder ve saadet karışımı bir ruh haliyle hayatlarını imrar eden tanıdık insanlarını bulurum.

Şu anda, elimdeki yegane Kutlu kitabına, Beyhude Ömrüm’e baktım bir kez daha. Ah, ne hüzünlü bir “bahçe” öyküsü!

Yazar, köyden şehre göçü anlatırken, hayatın fena yüzlerini, gurbetteki düşkünlük hallerini, kafa karışıklıklarını, iki arada bir derede  kalmışlıkları, gurbet ile sıla arasındaki gelgitleri işliyor hüzünlü mü hüzünlü  bir anlatımla. Dünden bugüne toplumsal değişim, şehirleşme, modernleşmenin birey üzerindeki etkileri, yozlaşma, aile kavramı, evlilikler, köylüler arasındaki münasebetler, baba ile oğul ilişkileri, gidenler ve dönmeyenler; gurbeti vatan eyleyenlenler…

Çılgın bir köylünün, Çavuşunoğlu’nun, kıraç bir araziden su çıkarması, kıraç bir araziyi yeşertmeye çalışması, o dağ başında bir meyve bahçesi kurabilmek için verdiği mücadele; sonuçta ömrünü adadığı bahçeyi kurmasına rağmen, asıl aradığını bulamamış olması, hatta tüm emeklerinin boşa gittiğine inanması…

Aslında Çavuşoğlu yaman bir adamdır, vizyon sahibi bir çiftçidir.

Daha suyun damlası yokken ortalıkta o, rengarenk bir bahçe hayalleri kurar. “Yedi köy bu bahçeyi parmakla gösterecek” iddiasındadır. Ömründen uzun hayalleri olan bir adamdır o. Hayalini kurduğu gayeye, ömrünü adar.

Çavuşunoğlu o yoz araziyi ihya eder etmesine de, neden sonra farkeder ki, etrafında neşesini paylaşacak pek kimse de kalmamıştır! Köyün o eski neşesinin yerinde yeller esmektedir. Ölümler, köyden kente göçenler…özellikle o köyden kente göçenler. Başkalaşanlar. Yurdunu yuvasını terkedenler, unutanlar. Uzak beldelerde bambaşka dünyalar kuranlar…

Bir bahçe için ömür tüketen Çavuoğlu’nun çocukları da köyden ayak kesmişler, İstabul’a yerleşmişlerdir; artık bayramlarda seyranlarda bile uğramaz olmuşlardır babaocağına. Onların hikayesi, naçar Çavuşoğlu için artık tam bir “yerinde sağolsunlar”dır, ama öfkelidir de, yalnızdır da. Koca köyde içi içine sığmaz olur. Köyde kök salmaları için sarfettiği tüm gayretlerine rağmen, çocukları gurbet elleri yurt bellemişler, uzak diyarlarda iş güç edinmişler,oralarda yuvalar kurmuşlar, çoluk çocuğa karışmışlar, neden sonra kentli olup çıkıvermişlerdir.

Şehir hayatında beyhude olup giderken ömürleri, artık hiç birinin aklına, o meyve bahçesindeki kara dut ağacının altında gözleri asfalt yolda, torunlarını bekleyen babaları gelmemektedir! Ne acı ki onun da bu derdini paylaşabileceği bir kimse bile kalmamıştır köyde. Dahası, bahçesini görüp beğenecek, kadir kıymet bilen köyün yaşlıları da birer birer ahiret yurduna göçmüşlerdir.

Beyhude Ömrüm’de, bir köyün yavaş yavaş boşaldığını, terkedildiğini görmek, köyün o eski hey gidi günlerinin, şatafatlı düğünlerinin, cıvıl cıvıl çeşme başı sohbetlerinin yerinde yeller esmesi, köyün sokaklarına derin bir sükutun sinmesi…

Sanırım, her şeye rağmen, köylerimizde hala Deli Derviş gibi iyi huylu, yardımsever kimseler vardır.  Emrullah Hoca gibi, mütevekil, uhrevi bir titizlikle vakit namazlarını kıldırmaya devam eden imamlar…  Ve Muhtar Halil gibi bir karış toprağa göz diken muhteris kimseler, bugün de köylerimizde yaşamaktadır. Gitmesem de görmesem de benim olan o köyde, kırk kadar küsür sene sonra bile beni hala bekleyen çocukluk arkadaşlarım vardır. Bilirim.

***********                       ************                       **********

Ömür dediğimiz…. nerden baksan gerçekten de beyhude bir meşgaleden başka ne ki!

“Bir çiviyi çakar gibi

Vura vura günlere

İşte geldi gidiyoruz….”

Kutlu’nun bu öyküsü beni ilk gençliğime götürdü. Maaile, şehre göçümüze… İstanbul’un orta yerindeki Kalenderhane Camii sokağın o asır-dide ahşap evine…

Vefa Lisesi’ne devam ederken, Süleymaniye, Beyazıt, Vezneciler civarında ürkek ürkek dolaşıyor, insanlara karışmaktan tarifsiz bir haz alıyor, bir taraftan dünyanın bu en güzel şehrini günbegün daha çok tanıyıp seviyordum. Yepyeni dünyalar, hayatlar keşfediyordum.

Diğer yandan, ah bir yaz gelse de Biga’nın domates tarlalarına koşsam, tarlada güzel bir iş becerip  Mustafa dedemin gözüne girsem, sonra Emine ninemin her Cuma namazı sonrası hazır ettiği güveçte kurufasulyeden yesem diye hayaller kuran… o oniki yaşındaki çocuğa götürdü beni Beyhude Ömrüm. Köy hayatı ne serazattır! Oysa ben o asude beldeden ne kadar uzağım!…

İstanbul’un çilesini çeken anne ve babamın da en büyük hayalinin çoluk çocuk okuduktan sonra, bir gün köye dönmek olduğunu, kendi aralarındaki konuşmalarından biliyordum.

O yıllar, Kutlu gibi söyleyelim,  “içimizde hep bir yoksulluk”

Ne mutlu ki annem ve babam, günü geldi, köye, “eve” dönebildiler. Bense, dedim ya, 12 yaşında köyden çıkış o çıkış.

**************                  *************                            *********

Ya biz şimdi nerelerdeyiz? Kanada’da, Kenya’da, Kırgızistan’da, Brezilya’da, Almanya’da, Amerika’da…

Daussıla hissinin bizi en çok vurduğu yaşlarda, 40’larda 50’lerde 60’larda. Tuhaf haller, tarifsiz kederler içindeyiz.

Farkındayım. Yıllar geçse de bu vatana özlem hissiyatı yakamı bırakmayacak. Bir gece kendimi Ayasofya Sultan Ahmet arası bir yerde, uzayıp giden yatsı ezanlarını dinlerken bulacağım. Sonra, köyde bir Mayıs sabahı sapsarı çiçeklerle bezenmiş çayırlarda nefes nefese koşacağım. Derken dünyanın bir ucunda bir gece yarısı ter içinde uyanıvereceğim. Bu, hep olacak bende bilirim. Neredeyse yirmi yıldır yaşasam bile Kanada’da. Doğup büyüdüğüm yerlerden, canımdan aziz bildiğim insanlardan kopmam mümkün olmayacak.

Ne ki, gurbet artık o eski gurbet değil benim için, daussıla hisleriyle yanıp kavrulduğum… “Gurbet” büsbütün bir vatan oldu bana…Halim biraz da Çavuşunoğlu’nun vefasız çocukları gibi.

Artık, “Bir gün döneceğim” duygusuyla, kendimi dışarda bir yabancı, adeta bir turist gibi hissetmiyorum. Ayaklarım bu topraklara daha sağlam basıyor son zamanlarda.

Şimdilerde etrafımda kiminle konuşsam, kendilerini günbegün bu topraklara daha fazla ait hissettiklerini görüyorum. Doğrusu da bu. Son zamanlarda çevremde hayatını bir bavula sığdırmış onlarca insan görüyorum. Dünyayla, hayatla, kendiyle daha rahat ve güvenli bir irtibat kuran yeni bir insan tipi bu. Gurbetin elem ve kederiyle kahrolmayan, uzak diyarları kendine vatan eyleyen bu yeni insan, artık hüzünlü gurbet neşideleri terennüm etmiyor. Bana her yer vatan diyor. Kuru milliyetçiliğin beş para etmediğinin farkında.

Buralara fazla kök salmadan, üç beş yıl yaşayıp uygun bir yolunu bularak memlekete geri dönme hesapları yapan “en milliyetçi” kimselerin bile, “Canada is a great country, people are nice, I love this country” gibi cümleleri daha sık kurduğunu, buralarda artık temelli yaşamaya karar verdiklerini görmekteyim!

Yeni ülkeleri onları üzmüyor. Kanada onları mağdur etmiyor, mazluma kucak açıyor. Kendisine sığınanlara dünya vatandaşı olma imkanları sunuyor.İnsanlar, sırf bir düşünceye, inanca gönül verdiklerinden işlerini kaybetmiyor, zulme maruz kalmıyor, işyerleri, evleri müsadere edilmiyor. Kapılarını ansızın bir polis çalmıyor. Suçsuz yere mapusane damına düşmüyorlar.

Türkiye’nin son zamanlarda içine düştüğü sosyal ve siyasal haller, Kanada’da yaşayan Türkler gibi beni de daha çok bu topraklara mal ediyor. Bu Ülke’nin, Türkiye’nin, ruhları bunaltan, ömürleri fersudeleştien, törpüleyen o lüzumsuz gündemleri…insanına travma üstüne travmalar yaşatan ceberrut siyasetçileri…onlar için artık çok uzaklarda. Kısır siyasi tartışmalarla beyhude olan ömürlerine yanıyorlar en çok. Yepyeni hayatlar kuruyorlar burada.

Bu Ülke’nin özbeöz evlatlarının “özyurdunda garip öz vatanında parya” muamelesine maruz kaldığını görünce, avantajlarıyla dezavantajlarıyla diyar-ı Frengistan’a bağlılığı artıyor “gurbetçi”nin.

Yurtdışında yaklaşık 50 yıllık bir diyaspora tarihi olan Türk halkı olarak, yavaş yavaş üzerimizden o melankolik gurbet hissiyatını atıyoruz; yurtdışındaki hayatımız, varlığımız daha gerçekçi bir zemine oturtuyor.

İnsan, Kanada’da günlük hayatta muhatap olduğu kimselerden sık sık “please, thank you, sorry” gibi kelimeler duyuyor, medenice bir muamele görüyor. Özel ihtiyaç sahibi çocuğuna herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, ihtimamla, insanca muamele ediliyor. Kahvecideki kızın gülümser yüzü, kütüphanedeki memurun sabırlı ve nazik tavırları, çocuğun okulundaki öğretmenlerin o özverili halleri, yan komşunun her zaman hal hatır soran tavrı…farkına varmadan bizi daha fazla bu topraklara mal ediyor, Kanadalı kılıyor.

Tolstoy-vari bir soru ile bitirelim, cevabını da Mustafa Kutlu versin:

Tolstoy: “İnsan bu dünyaya niye gelir?

Kutlu: “Herhalde bir bahçe kurmaya…”

Sahi insan bu dünyada ne ister?  Onurlu bir hayat sürmeye çalışmaktan başka!  Kimsenin emir eri, kuklası olmadan, korkmadan, sinmeden…kendisi olarak kalmak, eğilmeden bükülmeden bir hayat yaşamak.

Evet İstanbul’un adını duyunca burnumun direkleri sızlar, köyüm bir yana dünya bir yanadır. Ve hepsinden de önemlisi canlar canı annem babam Türkiye’dedir. Onlara karşı ziyadesiyle mahcubum, medyunum. Hayatımın en büyük azabıdır yıllardır onlardan ayrı kalmak…

Ama,

Bir zamanlar, İstanbul’daki o Vefa Liseli, hayat dolu gencin en sevdiği şarkılardan biriydi: Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar.

Şimdi… ölürsem vasiyetimdir, beni Kanada’da gömsünler.

Allah eksikliğini göstermesin, Vatan sağolsun, ama benim vatanım ruy-i zemindir!…