Suat Yıldırım, The Circle


Kur’an-ı Kerim’in en bariz özelliği onun edebi bir mucize olmasıdır. Edebi zevkin; ilim, kültür ve sanattaki ilerlemelere paralel olarak gelişmesi de bildiğimiz bir vakıadır. Son dönemde ülkemizde:
1. Örgün öğretimin yaygınlaşması,
2. Dini eğitimde yaşanan bir fetret döneminden sonra aydınlarımızın önemli bir kısmının dini bilgileri edinme ihtiyacı duymaları,
3. Özellikle Kur’an meali ve tefsiri okuyarak İslam’ı ana kaynaklarından öğrenmek istemeleri,
4. Buna fazla vakit ayıramamaları sebebiyle bir çoğunun Kur’an bilgisi namına sadece meal okuma durumunda kalmaları gibi sebeplerle meal okuma nispeti artmıştır.
Fakat entelektüel kesimin bir kısmı genel olarak İslami kitapları özel olarak da Kur’an meallerini, anlaşılır olma yönünden cazip ve okunaklı bulmadıklarını söylemektedirler. Bu değerlendirmenin isabetsiz ve sübjektif tarafları elbette vardır. Bununla beraber Kur’an ilimleri alanında çalışan bizim gibi bilim adamlarının öz eleştiri yapmaları da yerinde bir davranış olur. Kur’an meali hazırlamanın kolay olmadığını en iyi bilenler, bu çalışmayı bizzat yapma tecrübesini geçirenlerdir. Onun için bu hususta yapılan eleştirilerde insaflı olma mecburiyeti vardır.
Türkçe’nin imkanlarını kullanma yönünden meallerimizi incelediğimde dikkatimi çeken bazı noktalar olduğunu gördüm. Zamanın ilerlemesi ile aşınmış olan kullanışlara veya şimdiki neslin dil zevki yönünden  rötuşlar yapılmasında fayda gördüğüm hususlara rastladım. Peşinen arz edeyim ki yapacağım değerlendirmelerle hiçbir müellifi itham etmek niyetim yoktur. Tekliflerimin herkes tarafından kabul edilmesi gerektiğini de iddia etmiyorum. Bunlar şahsi değerlendirmelerden ve şahsi dil zevkinden ibaret sayılmalıdır. Zaten her mealin eksik olmaya mahkum olduğu peşinen ittifakla kabul edildiğine göre herhangi bir yazarın diğerlerini tenkit edip kendisini bundan azade sayması düşünülemez. Kaldı ki sık sık başımıza geldiği üzere, insan beğenerek yaptığı kendi çevrilerinde bile  bilahare değişiklik yapma ihtiyacı görmektedir. Binaenaleyh maksat, tamamen elde edilmesi mümkün olmayan mükemmele, nispeten yaklaşmaya çalışan bir üslup çilesi çekerek, bir söz sanatı mucizesi olan Kur’an’a daha çok yakışan meali hazırlama gayreti içinde olmaktır.
Bu sempozyumda esas alınan bütün mealleri hazırlayanları takdir edip sa’yilerinin meşkur olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum. Onların her biri hakkındaki asıl hüküm, makbul olmalarıdır. Türkçe ifade yönünden yapacağımız teklifler, yine tekrar edelim ki  şahsidir ve sadece daha isabetli olacağı zannıyla öne sürülen düşüncelerden ibarettir. Takdir, dikkatle okuyan kamu oyunundur. Tevfik Allah’tandır. Daima doğruyu bilen de yalnız O’dur. Şunu da açıkça belirteyim ki bu çalışmam, Türkçe dil bilgisi yönünden yapılan bir inceleme olma iddiası taşımamaktadır. Yani bir filologun çalışması olmaktan uzaktır. Sadece Türkçe’nin imkanları bakımından daha tercihe şayan  ifadeleri aramaya yöneliktir. Bunlar da çok genel bir tasnifle: fiil şekilleri, deyimler ve daha isabetli karşılıklar ve bazı üslup özellikleri yönünden üç ana gurupta toplanmıştır.

FİİLLER:

1. Rivayet edilen (miş’li geçmiş) zaman kipi

Rivayet edilen (miş’li geçmiş) zaman kipi Arapça’da bulunmaz. Bu anlam, ancak siyaktan ve muhtevadan çıkarılabilir. Buna mukabil Türkçe’de, bu manayı ifade eden başlı başına bir zaman kipi mevcuttur. Bunu gereği gibi kullanmak Türk okuyucular için oldukça cazip gelecek, bu sayede Kur’an’ın ihtiva ettiği bir kısım manalara daha mükemmel şekilde nüfuz etme imkanı bulacaklardır. Çoğu defa kullanılan bu imkanın bazen kullanılmadığını görmekteyiz. Mesela:
Taha 71: “(Fir’avun) dedi: “Ben size izin vermeden o’na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür.[1]  Halbuki Fir’avun, bu bilgiye müşahedesine dayanarak ulaşmış değildi. Bilakis neticenin ortaya çıkmasından sonra zan ve tahmini ile bu sonucu çıkarmıştı. Türkçe’mizde, kişinin görmediği veya kendisince kesin olmayan bir durumu, mi’şli geçmiş zaman kipi ile ifade etmek daha uygun olur. Mesela şöyle ifade edilebilir: “Ya! dedi Fir’avun, “Benden izin çıkmadan ona inandınız ha! Demek ki size sihri öğreten ustanız oymuş![2]
Kehf 63: (Uşağı): “Gördün mü dedi, Kayaya sığındığımız vakit balığı unuttum.[3] Oysa Hazreti Musa (a.s)’ın yardımcısı, bilinçli bir tarzda balık konusunu unutmuş değildi. Bu manayı, Türkçe’deki miş’li geçmiş zaman kipi, daha net ve sıradan bir okuyucunun bile hemen fark edeceği bir tarzda gösterme imkanı vermektedir.  Dolayısıyla şöyle ifade etmek daha münasip olur: “Gördün mü? dedi, o kayanın yanında mola verdiğimizde balığı unutmuşum!”[4] Burada ayrıca şunu da belirtelim ki; ayette geçen kaya, muayyen bir kaya olduğu için Türkçe’ye çevirirken “o” işaret sıfatını ilave etmek gerekir, aksi halde konu muğlak kalır.
Yusuf 17: “Yusuf’u eşyamızın yanında bırakmıştık Bir kurt onu yedi.”[5] Kurdun onu yediğini onlar görmediklerine göre Türkçe’de bu durumun, görülen (di’li geçmiş) yerine, rivayet edilen (miş’li geçmiş) kipi kullanılarak ifade edilmesi daha güzel olur: “(…) Bir de döndük ki o’nu kurt yemiş!” [6]
Yusuf 81:Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti[7) Halbuki onlar, o kardeşlerinin hırsızlık ettiğini görmedikleri gibi onun hırsızlık ettiğini kesin bir şekilde de öğrenmiş de değillerdi. Dolayısıyla bu durumu Türkçe’de, miş’li geçmiş zaman kipi ile şöyle ifade etmek daha uygun olur: “Sevgili babamız! (Biz farkına varmadan) inan ki oğlun hırsızlık etmiş!”[8]
Şuara 96-97: “Orada putlarıyla çekişerek: “Vallahi biz apaçık bir sapıklıkta idik[9] Oysa: “vallahi biz bes belli bir sapıklık içinde imişiz!” [10] demek daha uygun olurdu.Zira onlar bile bile bilinçli olarak sapıklığa girmiş değillerdi. Ahirette yaptıklarının sapıklık olduğunu anlamışlardı. Bu durumda: “meğer sapıklıkta imişiz!” diye ifade etmek daha münasip olur.

2. Mazi-Muzari İkilemi:

Nahl 1: “Allah’ın emri geldi. Artık onu vaktinden evvel istemeyin.”[11]
“Allah’ın buyruğu gelecektir.”[12]
“Allah’ın emri gelmiştir.”[13]
“Allah’ın emri geldi.Onunla yüz yüze gelmekte acele etmeyin.”[14]
“Allah’ın emrini gelmiş bilin.”[15]
Ayeti kerimede bu fiil “eta amrullah” şeklindedir. Bazı meal yazarlarının mazi fiili ile çevirmeleri asıl lafza uygun olma endişesinden ileri gelmiştir. Bazıları ise gelecek zaman kullanırken, mana ve maksadı gözetmişlerdir. Zira bu ayette Allah’ın emrinden maksat, kıyamettir. Demek ki Kur’an-ı Kerim her iki fiil ile de ifade edilebilecek bir intiba vermek istemektedir. Yani gelecekte gerçekleşecek bir hadisenin zamanının müphem olması sebebiyle, yakında olabileceği intibaını da vermek istemektedir. İşte bu gayeyi ifade edecek altın bir fırsat Türkçe’mizde mevcuttur. Bunu kullanmak suretiyle, en alimden en amiye kadar herkesin bu maksadı bir anda ve pek beliğ bir şekilde anlamaları sağlanabilir. O da şöyle çevirmekle olur: “Allah’ın emri ha geldi, ha gelecek!”[16]. Görüldüğü gibi bu kullanılış, şimdiki ve  gelecek zamanı bir arada bulundurmaktadır.

3. Geniş Zaman İmkanı

          Hicr 23: “Biz hepsinin varisleriyizdir[17] Bunun yerine geniş zaman kullanarak mesela:” Doğrusu dirilten ve öldüren biziz; hepsinin gerisinde de biz kalırız.”[18] veya: “Hepsinden sonraya kalacak olan baki Biz’iz[19] denilebilir.
          İsra 84: “O halde kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilicidir.” [20] Yerine “Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir.”[21] Veyao halde yolca daha doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” [22].  Veyahut: “Kimin daha isabetli olduğunu ise asıl Rabbiniz bilir.” [23]
          Şuara 39: “Ve insanlara: siz de toplanıcılar mısınız?” denildi.[24)
                   “İnsanlara siz de toplanır mısınız denildi” [25]

                   “İnsanlara da toplanmış mısınız denildi”[26]

Demek ki bu kelimeyi geniş zaman ile çevirmek daha uygun olur. Hatta burada asıl maksat, bu işi derhal yapmaları için bir teşvik olduğundan, şöyle çevirmek daha isabetli olabilir: “Halka da: “Haydi ne duruyorsunuz, siz de toplansanıza!” denildi.[27]
          Enbiya 81: “Biz her şeyi bilenleriz.”[28] “Biz her şeyi biliriz[29] demek daha tercihe şayandır.

4. Mahzuf Fiiller

          Bakara 213: “Bütün insanlar bir tek ümmet teşkil ediyorlardı. Aralarında ihtilaf başlayınca Allah onlara peygamberler gönderdi”[30]. Bu mealde, ayetin aslında mahzuf olan ve  çizilen kısım belirtilmiştir. Karine ve diğer kesin bilgiler ile malum olan mahzuf fiil konulmayınca cümlede bir boşluk hasıl olmaktadır. Mesela “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah peygamberleri (…) gönderdi[31] mealinde bu mana boşluğu bulunmaktadır.
          Kehf 54: “Biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misal ve öğüdü farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik. Fakat bir çoğu bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar için de tartışmaya en düşkün olan varlık, insandır.[32]  Burada altı çizili cümle mahzuftur. Fakat ayetin  siyakında zımnen mevcuttur.O kısım konulmayınca şu mealde olduğu gibi boşluk ve kopukluk meydana çıkmaktadır: “Hakikaten biz Kur’an’da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık insandır”[33] Fakat ile başlayan cümle boşlukta kalmakta,öncesi ile olan uyumsuzluk ve aykırılığın sebebi anlaşılmamaktadır.
          Şuara 173: “Üzerlerine taş yağmuru yağdırdık. İşte bak azapla korkutulanların yağmuru ne kötüdür!”[34] Oysa, Burada mahzuf olup Türkçe’de genellikle “sorma!” şeklinde açıkça ifade edilen fiili kullanmakla kast edilen anlam daha açık bir şekilde verilebilir.
          “Üzerlerine öyle helak eden bir yağmur yağdırdık ki sorma! Uyarılanların başına yağan musibet ne fena idi!” [35]

5. Zaman Uyuşmazlığı

          Şuara 173: “Üzerlerine taş yağmuru yağdırdık.İşte bak, azapla korkutulanların yağmuru ne kötüdür!”[36] Burada zaman uyumunu sağlamak için cümlenin sonunu “ne kötü oldu!” diye bitirmek gerekirdi.
          Kehf 47: “O kıyamet gününü hatırla ki dağları yürüteceğiz ve arzı çırılçıplak göreceksin. İnsanları hesap yerine toplamışız da onlardan hiçbir kimse bırakmamışız”[37]. Görüldüğü üzere burada “göreceksin” ile “bırakmamışız” arasında zaman uyumu bulunmamaktadır. Diğer taraftan “hatırlamak” kişinin bizzat kendi başından  geçen veya geçmiş zamandaki  olaylar hakkında kullanılır. İnsanın, istikbalde meydana gelecek kıyameti hatırlaması Türkçe  kullanılış bakımından müphem kalmaktadır. Bunun yerine şöyle demek daha uygun olur:”Gün gelir, dağları yürütürüz, yerin dümdüz hale geldiğini görürsün. İşte bütün insanları mahşer meydanında topladık; eksik bıraktığımız bir tek kişi bile kalmadı.”[38]
          Bakara 34: “Onu hatırla ki meleklere: “Adem’e (hürmet olarak) secde edin” demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi”[39] Bunun yerine şöyle demek daha uygun olur. O vakit meleklere: “Adem (e hürmet) için secde edin!” dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler, İblis bunu yapmadı, kibirine yediremedi ve kafirlerden oldu.”[40]
Mü’min 47:  “Hatırla o vaktı ki ateşte birbirleri ile çekişirlerken zayıf olanlar büyüklük taslayanlara  şöyle diyecekler”[41] Bunun yerine şöyle demek daha uygun olur. “Ateşin içinde birbirleri ile tartışırlarken zayıflar, dünyada büyüklük taslayanlara: “Biz bunca zaman size tabi olduk, bari ateş azabının bir kısmını olsun kaldırabilir misiniz.?” (…)derler.”[42]

6. İsm-i failler

Arapçada çok yerde ism-i fail sigasıyla irad edilen hususlar, Türkçeye geniş zaman kipiyle çevrilebilir. Zaten Arapçada ism-i failin muzari (şimdiki veya geniş zaman)  manası taşıdığı,  bir kural olarak ifade edilir.
Şuara 5: “(…)ille bundan yüz çeviricidirler onlar”[43]
“Muhakkak  ondan yüz çevirici olmuşlardır”[44]. Bunun yerine” mutlaka yüz çevirirler[45] veya: “mutlaka arkalarını dönüp uzaklaşırlar”[46] denilmesi daha uygun olabilir.
Enbiya 50: “Şimdi siz mi bunu inkar edicilersiniz?”[47] yerine: “Şimdi onu inkar mı ediyorsunuz?”[48] demek daha tercihe şayandır.
Enbiya 51: “ve biz onu(n buna ehil  olduğunu) bilenlerdik[49). Bunun yerine: “Biz, onun halini pek iyi biliyorduk[50]

7. Bazı kelimelere daha uygun karşılıklar

Yusuf 18: “yalan kan[51] yerine “sahte kan[52] olmalıdır.
Kehf 63:”kayaya sığındığımız[53] yerine: “o kayanın yanında mola verdiğimiz[54] olmalıdır.
Kehf 26:”Onların O’ndan başka bir  yöneticisi yoktur”[55] yerine: “O’ndan başka bir hamileri yoktur”[56].
Fatiha 4: “Ceza gününün maliki[57] yerine: “Hesap gününün tek Hakimi”[58] olmalıdır.

II. DEYİMLERDEN İSTİFADE ve DAHA UYGUN KARŞILIKLAR

1. Deyimleri kullanma

Yusuf 14: Vallahi biz böylesine dayanışma içinde bir ekip iken onu kurt yerse, o takdirde biz hüsrana uğrayan kişiler oluruz[59]
Burada altı çizili cümle, farklı eserlerde: “(…) biz aciz sayılırız”.[60].  “O takdirde biz de husrane uğrayanlar(dan)oluruz[61].  “(…) biz o halde çok ziyan çekeriz”[62].  “(…)o zaman biz tamamen becerisiz kimseleriz, demektir[63] gibi çevriler yapılmıştır. Bunlar Türkçe’deki güzel üslup zevklerini tatminden uzaktır. Lafız yönünden birbirinden hayli farklı olan bu çevrilerin  daha çok, kelamın maksadını anlatmayı hedefledikleri meydandadır. Bu durum özellikle tercümenin oldukça zor olduğu böyle yerlerde normaldir. Ancak bu maksadı anlatmak için Türkçe’mizdeki şu deyim kullanılsaydı ifade daha munis olur ve okuyan herkes manayı daha kolay anlardı: “Biz böylesine güçlü bir grup iken onu kurt yerse yazıklar olsun bize![64]
          Neml 20: “Hüdhüdü neye görmüyorum? Yoksa gaiplerden mi oldu?”[65] Oysa bunun yerine:” Yoksa kayıplara mı karıştı?”[66] denilmesi daha iyi olurdu

2. Daha İsabetli Karşılıklar

Yunus 79: “Fir’avun: Ne kadar bilgiç sihirbaz varsa hepsini bana getirin” dedi.[67]
          “Bütün bilgin sihirbazları bana getirin” dedi[68]
          “Bana bütün bilgili sihirbazları getirin” dedi[69]
          “Tüm bilgin büyücüleri bana getirin”[70] Bunların yerine:
          “Ne kadar usta sihirbaz varsa hepsini bana getirin!”[71] demek daha iyi olurdu. Zira Türkçe’de herhangi bir işte uzman olanlar hakkında “usta” sıfatı kullanılır. Burada da maksat odur. Diğer taraftan “bilgiç sihirbaz”, “bilgin büyücü” tehditleri garip karşılanmakta, dolayısıyla mana muğlak kalmaktadır.  Oysa “usta sihirbaz” deyince en alimden en amiye varıncaya kadar herkes konuyu bir anda olanca kapsamıyla kavramaktadır.
İsra 14: “Her insanın uğursuzluk kuşunu onun boynuna takmışızdır. Kıyamet günü kendisine, önünde açılmış olacağı bir kitap çıkaracağız: “Oku kitabını! Bugün sana hesap sorucu olarak özbenliğin yeter”[72] Diğer tarafları farklı ifade etmekle beraber meallerin hemen  hepsi de her iki ayette geçen “kitabı” kitap olarak tercüme etmişlerdir.[73] Burada metnin aslında “kitap” kelimesi geçtiği için böyle de çevirmek isabetsiz değildir. Fakat Türkçe yönünden bir incelik vardır. Burada kitaptan maksat bütün tefsirlerin belirttiği üzere amel defteridir. Her insanın şahsi hesaplarının ve notlarının yazıldığı nesneye kitap yerine defter denilir. Yazılı her şeye kitap denilmesi itibarıyla bu defter de, aynı zamanda kitaptır. Fakat dilimizde  şahsi olan defter hakkında “amel defteri”, veya “hesap defteri” denilmesi galiptir. Dolayısıyla burada kitap diye tercüme ettiğimizde “okunacak herhangi bir kitap” manası akla gelir. Oysa “amel defteri” dediğimizde maksat tam kesin ve başka hiçbir ihtimal hatıra gelmeksizin anlaşılır. Öyle ise bu ayette şöyle meal vermek daha isabetli olur:
          “Her insanın vebalini kendi nefsine bağladık. (Her insan yaptıklarına göre muamele görür). Nitekim kıyamet günü, önüne açılan bir defter çıkaracağız:Amel defterini oku! Bugün muhasebeci olarak kendi hesabını görmeye kendin yetersin” [74]
Hud 20: “Onlar yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakacak değillerdir.[75] Halbuki insanın Allah’ı aciz bırakması zaten söz konusu değildir. Maksat, onların Allah’ın cezalandırmasından kaçamayacaklarını bildirmektir.  Binaenaleyh:

“Onlar dünyadan kaçıp Allah’ın hükmünden kurtulamazlar[76] diye çevirerek maksadı kolay bir tarzda anlatmak daha isabetlidir.

          Saad 85: Senden ve onlar için de ona uyan kimselerden (gelenler ile) cehennemi dolduracağım[77]
“Mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım”[78] Dikkat edilirse bu meallerde “senden” denilmekle İblisin cinsinden, yani onun soyundan gelenlerin de söz konusu olduğu hatıra gelmemektedir. Bunun yerine şöyle denilmesi daha isabetli olur:
“Cehennemi gerek senin cinsinden gerek insanlardan sana uyanlarla dolduracağım”[79]

3. Muğlak ve Müphem İfadeler

Kehf 105: “Biz kıyamet gününde onlar için hiçbir ölçü tutmayacağız.”[80] “Biz onlar için kıyamet gününde  hiçbir ölçü tutmayacağız.”[81]
“Bu yüzden kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız/onlara hiçbir değer vermeyiz.”[82]
Bu kabil ifadelerin yerine ya zahiri anlam esas alınarak:
          “ Bu yüzden de yaptıkları iyi işler boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü onlar için artık tartı aleti koymayacağız.”[83] denilmelidir. Yahut maksut olan mecazi anlam verilmelidir:
          “Kıyamet günü biz onlara değer vermeyeceğiz.”[84]

4. Cümle düşüklüğünden uzaklaşma gereği

          Kehf 47: O Kıyamet gününü hatırla ki dağlarɪ yürüteceğiz ve arzı çırılçıplak göreceksin. İnsanları hesap yerine toplamışız da onlardan hiçbir kimse bırakmamışız.”[85]  “Hatırlamak” Türkçe’de, geçmişteki  olaylar hakkında kullanılır. Kıyamet esnasında,çok uzak bir gelecekte gerçekleşecek olaylar hakkında “hatırla ki” demek, okuyucular için muğlak kalır. Diğer taraftan Cenâb-ı Allah hakkında, rivayet edilen geçmiş zaman ifadesiyle “toplamışız” demek uygun düşmemektedir. Zira bu kip ekseriya, insanın bilinçli olmayarak yaptığı işler hakkında  kullanılır.
          Kehf 54: İnsan ise batıl ile düşmanlık ve münakaşa etmekte her şeyden fazladır.[86]   Burada, insanın  eylemine ait olması gereken bir sıfat, insanın kendisine izafe edilince  cümle düşüklüğü ortaya çıkmıştır.
          “Hakikaten biz Kur’an’da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık insandır.”[87]  Bu mealin iki cümlesi arasında irtibatsızlık bulunduğundan anlamda bir boşluk ortaya çıkmıştır. Bu ayete şöyle anlam vermek daha uygun düşer:
          “Biz, bu Kur’an’da, insanlar için her türlü misal ve öğüdü farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik. Fakat birçoğu bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar içinde tartışmaya en düşkün olan varlık, insandır.”[88]

5. Garip veya arkaik kullanılışlar

 Zümer 11-12: “De ki: “Ben Allah’a O’ nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmemle emr olundum.”[89]
 “De ki: “Ben, Allah’a O‘nun dininde ihlas sahibi olarak ibadet etmekle emr olundum. Ve Müslümanların ilki olmakla emr olundum.”[90]
“De ki: “Bana, dini yalnız Allah’a özgüleyerek O’ na ibadet/kulluk etmem emredildi.”[91] Bunların yerine şöyle denilebilir:
“De ki: “Bana, din ve ibadetimi yalnız Allah’a has kılarak gönülden O’na kulluk etmem emredildi. De ki: “Rabbime isyan ettiğim takdirde müthiş bir günün azabından endişe ederim.”[92]
Boşanma halinde verilen mehri, kocanın karısından geri almasını men ederken Allah Teala şöyle buyurur:
“Onu nasıl alırsınız ki birbirinize karılıb katıldınız[93]
          “Onu nasıl alırsınız ki birbirinizle birleşip katıldınız”[94]
          “Onu nasıl alırsınız ki birbirinize katılmıştınız”[95]
          “Onu nasıl alırsınız ki birbirinizle derinden derine kaynaşmıştınız.”[96]
          “Onu nasıl alırsınız ki birbirinize geçmiş (içli dışlı olmuş) idiniz.”[97]
          “Onu nasıl alabilirsiniz ki birbirinize karılıp katıldınız, bir yastığa baş koydunuz.”[98] Son iki meal ayetteki efda ba’dukum ila ba’d  cümlesini karşılayan Türkçe deyimi kullandıklarından manayı daha uygun tarzda nakletmektedirler.
          Ankebut 14: “And olsun ki biz Nuh’u kavmine göndermişizdir de o, aralarında elli yılı müstesna olmak üzere, bin sene kalmıştır.”[99]  Bunun yerine şöyle denebilirdi:
          “Gerçekten biz Nuh’u kavmine Peygamber gönderdik de aralarında bin seneden elli yıl eksik (950 yıl) kaldı”[100]
          Karia 3: “O felaket kapısını çalacak (kıyametin dehşet ve azametin)i sana bildiren nedir?”[101]. Türkçe bakımından şimdi biraz eskimiş olan bu ifade yerine:
          “O felaket kapısını çalacak kariayı sen nereden bileceksin ki?”[102]
          Tarık 2: “Taarık’ın ne olduğunu sana hangi şey bildirdi?”[103]  yerine “Nereden bileceksin?”[104]  veya “Tarık nedir bilir misin?”[105]

          Şuara 210-211:    “O Kur’an’ı şeytanlar (cinler) indirmedi. Bu onlara yaraşmaz”[106]

          “Onu şeytanlar indirmedi. Onlara yaraşmaz.”[107] yerine: “Bu onlara düşmez.”[108]  Veya: “Bu, onların yapacakları iş değildir.”[109][109]
          Nahl 18 “Şeksiz şüphesi Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir.”[110]
          “Doğrusu Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[111]
          “Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”[112]
          Türkçe’de: “esirgemek: korumak veya bir şeyi yapmaktan kaçınmak” anlamına gelir.[113]  “Bağışlama”nın ilk anlamı: Teberru etmektir. “affetmek” manası da olmakla birlikte çok defa öteki manasıyla karışmaktadır. Dolayısıyla bunun yerine, ayetin anlamını şöyle vermek daha uygundur:
          “Gerçekten Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti çoktur)”[114]
Kehf 63  ayetinde Hz. Musa (a.s) ile yardımcısının, muayyen bir kayanın yanında mola vermelerini, hemen bütün mealler[115]  “kayaya sığındığımız vakit” şeklinde çevirmişlerdir. Gerek aklen, gerek Türkçe yönünden  “kayaya sığınmak” pek  anlaşılır bir şey değildir.  Diğer taraftan ayette es-sahre diye eliflamlı olmasından, belirli bir kaya  olduğunu belirtmek için “o kayaya “ demek gerekir. Şu halde “o kayanın yanında mola verdiğimizde”[116] demek, daha uygun olur.

 6-Lisan ve mantık yönünden boşluklar

               Saffat 103: Hz. İbrahim (a.s.), oğlunu kurban etmek üzere, şakağı üzerine yatırmıştı[117]. Alnı üzerine yatırdığını söylemek[118], ensesinden boğazlamak üzere bir hazırlık yapma anlamına gelir. Halbuki ayette geçen  cebin alın değil, şakak anlamına gelir..
              Yunus 78: Hz. Musa (a.s.)’ın muhalifleri, onun ve kardeşinin Mısır’da[119] liderlik peşinde  koştuklarını iddia ediyorlardı. Dolayısıyla ayetteki arz  kelimesini “Ülke” diye çevirmek gerekir.  Yeryüzü deyince[120] bütün dünya olarak anlaşılır.
              Hud 21: “Uydurmakta oldukları şeyler de  kendilerinden kaybolup gitti”[121]. Burada hem uydurulan şeyler,  hem de “kendilerinden kaybolma” tabirleri  muğlaktır. Bu ayette,  Allaha  ortak diye uydurulup ortalıktan kaybolan şeyler, putlardır. Oysa şu ifadeden bu mana anlaşılmamaktadır: “İftira için kullandıkları şeyler de kendilerini bırakıp kaybolmuşlardır”[122]
             Kehf 54: “Hakikaten biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüsüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık, insandır”[123]. Fakat bağlacı, önceki cümleye aykırı bir fikre yer vermek için kullanılır. Burada ise böyle bir durum olmadığından mantıki bir  boşluk ortaya çıkmaktadır. Halbuki  anlam şöyle verilirse bu boşluk olmaz: “Biz, bu Kur’anda insanlar için her türlü misal ve öğüdü farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik. Fakat birçoğu bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar içinde tartışmaya en düşkün olan varlık, insandır”[124].
               Hud 110: “Rabbinden bir kelime önceden gelmiş olmasaydı, aralarında iş mutlaka bitirilirdi. Onlar bunun hakkında kafaları karıştıran bir kuşku içindedirler”[125] Burada, “önceden gelen kelime”, “bitirilen iş”, “kuşkunun” konusu hep belirsizdir. Benzeri belirsizlik başka bir çok eserde de vardır[126]. Şöylece anlam verilebilirdi:
“Şayet Rabbinin, insanlara mühlet verme vaadi olmasaydı, elbette haklarında nihai hüküm verilmiş, iş bitirilmiş olurdu. Bu gerçeğe rağmen, senin halkın hala, Kur’andan ve  hükmedilen azaptan yana şiddetli bir şüphe içindedir”[127].

7. Konuşma üslubuna dikkat

Kur’an-ı Kerim, birçok yerde kişiler arasında geçen konuşmalar nakl eder. Bunları yazı  üslubu ile çevirmekten ziyade, konuşma üslubundaki canlılığı ve hareketi yansıtacak tarzda çevirmeğe gayret göstermek iyi olur. 
             Yusuf 18: “Yakub,”Sizi nefsiniz bir işi yapmaya sürükledi”[128]. Bunun yerine şöyle demek  daha tercihe şayan olabilir:
“Hayır!” dedi Yakub, “nefisleriniz sizi aldatmış! Artık bana düşen, güzelce sabr etmektir”[129]
             Taha 71: “(Fir’avn) dedi:”Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Şübhesiz ki o,  size sihri öğreten büyüğünüzdür”[130]. Şöyle bir çevirinin, hitaptaki canlılığı daha iyi yansıtacağını düşünüyorum:
Ya! dedi Firavun, “Benden izin çıkmadan ona inandınız ha! Demek, size sihri öğreten ustanız oymuş!” [131]

III-BAZI ÜSLUPLARIN ÇEVRİLMESİNDEKİ  ÖZELLİKLER

1. Kasem (yemin) üslubu

Arapçada kasem üslubu yaygındır. Ekseriya ifadeyi tekid işlevi vardır. Fakat Türkçede  ifadeyi tekid için bu üslubun kullanılması  yaygın değildir. Sarih kasemleri mealde belirtmek gerekir. Fakat nahivde lam-ı kasem denilen edatın başında yer aldığı her  fiili  çevirirken önünde ”And olsun ki” tabirini  kullanmak, bir yandan ifadeyi ağırlaştırmakta, öte yandan bazen muğlaklığa da yol açmaktadır. Halbuki bir çok durumda Türkçe ifade alışkanlığını göz önünde bulundurarak, metnin aslında olmayan bu  kelimeyi koymamakla bir eksiklik  hissedilmez. Mesela:
              Enbiya 46:”And olsun ki Rabbinin azabından onlara edna bir  şey dokunsa (…) diyeceklerdir”[132]
              Enbiya 48: “And olsun ki biz, Musa ile Haruna(…) furkanı verdik”[133].
              Enbiya 51:”And olsun ki biz daha evvel İbrahime de rüşdünü verdik”[134].
              Enbiya 54:”And olsun, siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz”[135]. Doğrusu, kısa bir pasajda peşpeşe  dört defa  yemin fiilini kullanmak,  hayli ağırdır.  Bu dört yerde de maksad tekid olup,  “And olsun ki” tabiri olmaksızın da  bu tekid “gerçekten”, “doğrusu” gibi  başka bir lafızla  veya zımnen yapılabilir.
Diğer taraftan Türkçemizde,  üzerine  yemin edilen varlığın tasrih edilmesi genellikle beklenir: “Vallahi” “Allaha yemin ederim ki” “Kur’an üzerine yemin ederim ki” gibi.  Fakat “And olsun ki” deyip bırakma halinde mana muğlak kalabilmektedir.

2. İnne te’kid  edatının tercümesi

Arapçada çok kullanılan  bu  edatın geçtiği  her yerde bunu belirtmek için “muhakkak ki” veya “hakikat” gibi bir tabir kullanmak gerekmez. Zira Türkçede bu kabil tekid alışkanlığı fazla değildir. Mesela:
Ankebut 28: “Siz, hakıykat sizden evvel alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı yapıyorsunuz”[136] veya benzeri bir  çevrinin yerine: “Siz, dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı yapıyorsunuz”[137]  demek tercih edilmelidir.

3-Bazı zarfların kullanılması

Yusuf 15: “And olsun ki sen onların bu işlerini onlar, (işin) farkına varmadan kendilerine haber vereceksin diye vahy ettik”[138]. Diğer bazı mealler[139] de buna yakın tarzda çevirmişlerdir. Bunların yerine şöyle demek tercih  edilebilir: “Zamanı gelecek, onların hiç hatırlarına gelmediği bir sırada, kendilerine yaptıkları bu işi hatırlatacaksın”[140] veya: “(Bir gün) bu işlerini haber vereceksin”[141]. Dikkat edilirse  son iki tercüme, böyle durumlarda kullanılan “zamanı gelince” veya “bir gün” zarflarına yer verdiklerinden, Türkçe zevki  bakımından bariz bir üstünlük sağlamışlardır.
         Şuara 173:”Üzerlerine taş yağmuru yağdırdık. İşte bak, azapla korkutulanların yağmuru ne kötüdür!” [142].   Oysa şöyle demek, daha uygun bir çevri olur: “Üzerlerine öyle helak eden bir yağmur yağdırdık ki sorma! Uyarılanların başına  yağan musibet ne fena idi!”[143]
Kehf 26: Allah Teala’nın görüp işitmesinin insanı hayran bırakacak derecede muazzam olduğunu  taaccüb siğasıyla  bildiren bu  ayet şöyle çevrilmiştir: “O’nun görmesi de, işitmesi de şayan-ı hayrettir”[144]. Oysa burada “öyle!” zarfı kullanılarak şöyle denilse,  taaccüb siğasının işlevi daha beliğ bir ifade ile gösterilebilir: “O, öyle güzel görür, öyle güzel işitir ki!”[145]
Kehf 47: “Onları da mahşerde toplamışızdır da içlerinden hiç birini bırakmamışızdır”[146]. Bunun yerine Türkçe’mizdeki “İşte!”  zarfını kullanıp, ayetin aslındaki  mazi siğasını da  aynen alma  imkanını  sağlayarak, daha beliğ bir tarzda şöyle ifade etmek mümkündür: “İşte bütün insanları mahşer meydanında topladık, eksik bıraktığımız tek kişi bile kalmadı!”[147]. İşte zarfı buraya pek uygun düşmektedir.Zira  bu zarf, anlatılan bir durumun sonucuna gelindiğini ifade eder[148].
        İsra 90-93:  ayetlerinde kafirlerin, Hz. Peygamber (a.s.)’a özetle, “Sen yerden pınar fışkırtmadıkça, melekleri önümüze getirip bize göstermedikçe, göğü parça parça  yere indirmedikçe vs.  sana inanmayız” dediklerini nakl ettikten sonra, Allah ona hitab edip şöyle  demesini emr eder: “De ki: Fesübhanellah! Ben, sadece elçi olan bir beşerden başka ne olabilirim ki!”
Fakat  Arapçada olduğu gibi Türkçede de  bazen taaccüb için kullanılan fesübhanellah! ünlemi kullanılmayıp: “De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim”[149] denilmesi halinde  bu anlam kaybolur.

4. Hitap şekilleri

Hitaplarda bazen  eskimiş, dolayısıyla  günümüzde garip karşılanan ifadeler bulunmaktadır.
Lokman 13: “Oğulcağızım, Allah’a ortak koşma!”[150]
 Lokman 16: “Oğulcağızım, hakıykat (yapdığın iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa dahi (…) Allah, onu getirir”[151]. Bunun yerine “Evladım!”[152], veya “Yavrucuğum!”[153] denilmesi daha iyi  olur.
Meryem 42.43.44.45 ayetlerinde peşpeşe dört yerde “Ey babam!”[154]. Bunun yerine bir çok yazar gibi “Babacığım!” hitabını tercih etmek gerekir.

5. Bazı çoğul şekillerinin tercümesi

Yusuf 17: “Biz doğru söyleyenler olsak da (biliyoruz ki) sen bize inanıcı değilsin”[155]  “Biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın”[156]. Çoğul şeklini Türkçede de  belirtmek şart değildir. Nitekim şöyle demek daha uygun olabilir: “Biz doğru söylesek de sen bize inanmayacaksın[157]
Yusuf 20: “Ona fazla rağbet gösterenler değillerdi”[158] yerine  “Ona pek kıymet biçmiyorlardı”[159] veya “Ona zaten değer vermemişlerdi”[160]
Duhan 5: “Çünkü biz, peygamber gönderenleriz”[161] yerine:”Biz, peygamberler göndermekteyiz”[162]  veya “Çünkü Biz, hep resuller göndermekteyiz[163] denebilirdi.
Yusuf 81: “Biz gaybı bilenler değiliz[164]  yerine “Biz gaybın bekçileri değiliz”[165] veya “Gayp bize emanet edilmiş değil ki![166]

6. İsm-i tafdilin tercümesi

Kehf 44:”O (Allah) mükafatça da hayırlıdır, akıbetçe de hayırlıdır[167]. Bu ifadede mana müphemdir. Hatta  Allah’ın  akıbetinin hayırlı olduğu gibi yanlış bir anlam  çıkarmaya da  müsaittir. Bunun yerine: “En  iyi mükafatı da, en güzel akıbeti de veren O’dur” demek daha uygundur[168]

7. Bazı bağlaçlar kullanmakla irtibat sağlama

Karine ile anlaşıldığı için hazfedilen kısmı Türkçe’ye çevirirken bazı bağlaçlar kullanmak suretiyle karşılamak gerekir. Tefsirler, genellikle bu manalara yer verirler. Bu manalar meale  konulmazsa, boşluk ve kopukluk ortaya çıkar. Mesela:
Hud 20 : “Azap onlara kat kat verilir; işitemezler ve göremezlerdi[169]. Burada azabın sebebi karine ile anlaşılıp meale yerleştirilmelidir: “Çünkü gerçeği işitmeye tahammül edemiyorlar ve onu göremiyorlardı[170]
Şuara 4: “Dilesek onların üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları ona eğilir (inanırlar)”
Şuara 5: “Rahman’dan onlara hiçbir yeni  Zikir (uyarı)  gelmez ki   mutlaka ondan yüz çevirici olmasınlar”              
Şuara 6:“Yalanladılar, ama alay edip durdukları şeyin haberleri yakında  kendilerine gelecektir”[171].
Şuara 7: “Yere bakmadılar mı? Orada her çeşit güzel çifti  bitirmişiz”
Bu dört  ayet arasında  irtibatı kurmak zordur. Oysa 5. ayet  mealinin başına “Fakat”, 6.ya “Nitekim”, 7.ye “Peki” bağlaçları yerleştirilince bu boşluklar kalmaz. Şöyle ki:
4- Eğer dileseydik onlara gökten öyle bir mucize indirirdik ki onun karşısında ister istemez boyun bükerlerdi.
5- (Fakat Biz bunu istemedik) O sebeple, ne zaman onlara Rahman’dan yeni bir mesaj gelse, mutlaka  ona arkalarını dönüp uzaklaşırlar.
6- Nitekim işte bu mesajı da yalan saydılar; ama alay edip durdukları Kur’an’ın bildirdiği olaylar, yakında başlarına gelince, alay etmenin ne  demek olduğunu anlayacaklardır.
7– Peki bunlar yeryüzüne, orada her güzel çiftten nice nebatlar yetiştirdiğimize hiç bakmıyorlar mı?”

8. Harf-i tarifler, işaret sıfat ve zamirleri.

Bunların mealde hakları verilmediği takdirde, anlam eksik kalabilmektedir.
Kehf 63: “(Uşağı): “Gördün mü, dedi,  kayaya sığındığımız vakit balığı unuttum”[172]. Ayetin aslında kaya  manasına gelen es-sahre kelimesinin başında harf-i tarif  olduğundan, herhangi bir kaya değil de  belirli bir kaya sözkonusu olduğundan, Türkçe’de “o kaya” demek gerekir. Şöyle ki: “Gördün mü, dedi (yardımcısı), o kayanın yanında mola verdiğimizde balığı unutmuşum!”[173]

SONUÇ:

Bu tebliğimizde, Türkçe Kur’an meallerinden başlıca eserleri, Türkçe’deki imkanları kullanma yönünden incelemeye çalıştık. Verdiğimiz çok sayıdaki örnek, bu imkânları  daha iyi değerlendirme hususunda yapılacak işlerin olduğunu göstermiştir. Türkçe  üslup özelliklerini daha iyi kullanma ve  çağdaş edebi zevki  tatminde daha başarılı olma halinde, Kur’an-ı Kerim meallerinin okunma ve  -daha önemlisi- onlardan yararlanma nispetinin artacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Vallahu a’lem.

(24-26 Nisan 2003  İzmir Kur’an Mealleri Sempozyumuna sunulan tebliğ)

[1][1]  H.B.Çantay. Keza diğer bir çok meal yazarları da buradaki fiili görülen geçmiş zaman kipi kullanarak çevirmişlerdir. (Mesela bkz: F.Yavuz, Diyanet İşleri Başkanlığı, S. Ateş, A.Özek ve arkadaşları, Y.N. Öztürk, Ö.Dumlu-H.Elmalı) 

[3][3] S.Ateş. Keza Diyanet, A.Özek, Y.N. Öztürk, Ö.Dumlu-H. Elmalı.

[4][4] S.Yıldırım. Nitekim H.B. Çantay, F. Yavuz ve Diyanet mealleri de “unutmuşum” diye çevirmişlerdir.

[5][5] Diyanet

[6][6] S. Yıldırım. Nitekim F. Yavuz, S. Ateş, A.Özek, Y.N. Öztürk, Ö.Dumlu- H. Elmalı  miş’li geçmiş zaman kipi kullanmışlardır.

[7][7] A.Özek. Keza F.Yavuz, Diyanet, S.Ateş, Y.N.Öztürk, Ö.Dumlu-H.Elmalı bu şekilde çevirmişlerdir.

[8][8] S.Yıldırım

[9][9] Diyanet, F.Yavuz

[10][10] S.Yıldırım, Ö.Dumlu-H.Elmalı.

[11][11] H.B.Çantay, F.Yavuz, S.Ateş.

[12][12] Diyanet

[13][13] A.Özek

[14][14] Y.N.Öztürk

[15][15] Ö.Dumlu,H. Elmalı

[16][16] S.Yıldırım

[17][17] H.B.Çantay

[18][18] Diyanet, Ö.Dumlu- H.Elmalı

[19][19] S.Yıldırım

[20][20] H.B.Çantay

[21][21] Diyanet

[22][22] F. Yavuz, Ö.Dumlu- H. Elmalı.

[23][23] S.Yıldırım

[24][24] H.B. Çantay

[25][25] Diyanet, Ö.Dumlu- H. Elmalı

[26][26] F. Yavuz

[27][27] S.Yıldırım. A.Özek de maksadın bu olduğunu parantez içinde göstermiştir.

[28][28] H.B.Çantay, F.Yavuz, Y.N.Öztürk

[29][29] S.Yıldırım, A.Özek, S.Ateş

[30][30] H.B.Çantay, F.Yavuz

[31][31] Diyanet, S. Ateş, Y.N. Öztürk, Ö.Dumlu- H.Elmalı.

[32][32] S.Yıldırım

[33][33] A. Özek. Benzeri bir durum için bkz: Ö.Dumlu-H. Elmalı

[34][34] H.B.Çantay, F.Yavuz. Keza S.Ateş, Diyanet, Y.N.Öztürk, A.Özek de buna benzer ifade kullanmışlardır.

[35][35] S.Yıldırım

[36][36] H.B.Çantay, F.Yavuz

[37][37] F. Yavuz

[38][38] S.Yıldırım

[39][39] F. Yavuz

[40][40] S.Yıldırım

[41][41] F. Yavuz

[42][42] S.Yıldırım

[43][43] H. B. Çantay

[44][44] F. Yavuz, S. Ateş.

[45][45] Y. N. Öztürk.

[46][46] S. Yıldırım

[47][47] H. B. Çantay

[48][48] F. Yavuz, A. Özek, S. Yıldırım.

[49][49] H. B. Çantay.

[50][50] S. Yıldırım. Keza S. Ateş, Y.N. Öztürk.

[51][51] F. Yavuz, S. Ateş

[52][52] A. Özek, Y.N. Öztürk, S. Yıldırım.

[53][53] S. Ateş, A. Özek, Y.N. Öztürk

[54][54] S. Yıldırım.

[55][55] A. Özek.

[56][56] S. Yıldırım.

[57][57] A. Özek.

[58][58] S. Yıldırım.

[59][59] Y.N. Öztürk

[60][60] Diyanet, A.Özek

[61][61] H.B.Çantay

[62][62] F. Yavuz

[63][63] S.Ateş,Ö.Dumlu.-H.Elmalı

[64][64] S.Yıldırım

[65][65] H.B.Çantay, F. Yavuz, S.Ateş

[66][66] A.Özek, Y.N.Öztürk, S. Yıldırım

[67][67] F.Yavuz

[68][68] Diyanet

[69][69] S. Ateş, A.Özek, E.Dumlu-H. Elmalı

[70][70] Y.N.Öztürk

[71][71] H.B.Çantay,S.Yıldırım

[72][72] Y.N. Öztürk

[73][73] Bkz.H.B.Çantay, Diyanet, F.Yavuz, S:Ateş, A.Özek

[74][74] S.Yıldırım

[75][75] H.B.Çantay, F. Yavuz, Diyanet, S.Ateş, Y.N.Öztürk, A.Özek

[76][76] S. Yıldlırım. Keza Ö.Dumlu-H. Elmalı

[77][77] S.Ateş

[78][78] Diyanet, A.Özek, Y.N.Öztürk, Ö.Dumlu-H. Elmalı.

[79][79] S.Yıldırım

[80][80] H.B. Çantay

[81][81] A.Özek

[82][82] Y.N. Öztürk

[83][83] S.Yıldırım

[84][84] Diyanet

[85][85] S. Yavuz

[86][86] F.Yavuz

[87][87] A.Özek

[88][88] S.Yıldırım

[89][89] H.B.Çantay

[90][90] F.Yavuz

[91][91] Y.N.Öztürk

[92][92] S.Yıldırım

[93][93] H.B.Çantay

[94][94] F. Yavuz

[95][95] Diyanet

[96][96] Y.N.Öztürk

[97][97] S.Ateş

[98][98] S.Yıldırım

[99][99] H.B.Çantay

[100][100] F.Yavuz

[101][101] H.B.Çantay

[102][102][102][102] S.Yıldırım, A.Özek

[103][103][103][103] H.B.Çantay

[104][104] A.Özek

[105][105] S.Yıldırım

[106][106] S. Ateş

[107][107] Y.N. Öztürk

[108][108] Diyanet, A. Özek

[109][109] S. Yıldırım

[110][110] H.B. Çantay

[111][111] S.Ateş

[112][112] A.Özek

[113][113] TDK Türkçe sözlük, Ankara, 1988.

[114][114] S.Yıldırım

[115][115] H.B. Çantay, F.Yavuz, S. Ateş, A. Özek, Y. N. Öztürk.

[116][116] S. Yıldırım.

[117][117] S. Yıldırım, Y.N. Öztürk.

[118][118] H.B. Çantay, Diyanet, S. Ateş, A. Özek.

[119][119] H.B. Çantay, Y.N. Öztürk, S. Yıldırım.

[120][120] F. Yavuz, S. Ateş, Diyanet, A. Özek.

[121][121] A. Özek, keza bkz. S. Ateş.

[122][122] Y. N. Öztürk.

[123][123] A. Özek. Benzeri ifade için bkz. F. Yavuz, Diyanet, S. Ateş, Y.N. Öztürk.

[124][124] S. Yıldırım.

[125][125] Y. N. Öztürk

[126][126] F. Yavuz, Diyanet, S. Ateş, A. Özek

[127][127] S. Yıldırım.

[128][128] Diyanet, S. Ateş

[129][129] S. Yıldırım

[130][130] H.B. Çantay. Keza F.Yavuz, Diyanet, S. Ateş, A. Özek, Y.N. Öztürk buna yakın birer çevri yapmışlardır.

[131][131] S. Yıldırım.

[132][132] H. B. Çantay. Keza F. Yavuz, A. Özek, Y.N. Öztürk, Diyanet

[133][133] Aynı yazarlar.

[134][134] Aynı yazarlar.

[135][135] H.B. Çantay, F. Yavuz, Diyanet, Y.N. Öztürk.

[136][136] H.B. Çantay.

[137][137] S.Yıldırım.

[138][138] A. Özek

[139][139] F. Yavuz, Diyanet, S. Ateş, Y.N.Öztürk.

[140][140] S. Yıldırım.

[141][141] H.B. Çantay, Ö. Dumlu-H. Elmalı.

[142][142] F.Yavuz, H.B.Çantay. Keza Diyanet, S.Ateş, A.Özek, Y:N.Öztürk buna yakın ifadelerle.

[143][143] S.Yıldırım

[144][144] A. Özek

[145][145] S. Yıldırım.

[146][146] H.B. Çantay. F. Yavuz, A. Özek, S. Ateş, Y.N.Öztürk de  buna benzer çevri yapmışlardır.

[147][147] S. Yıldırım.

[148][148] TDK Türkçe Sözlük, Ankara, 1988.

[149][149] A. Özek. Keza H.B. Çantay, F. Yavuz, S. Ateş, Y.N.Öztürk, Ö.Dumlu-H.Elmalı. Yalnız Diyanet mealinde bu taaccübe yer verilmiştir.

[150][150] H.B. Çantay.

[151][151] A.g.e.

[152][152] S. Yıldırım

[153][153] A. Özek

[154][154] H.B. Çantay, F.Yavuz.

[155][155] H.B. Çantay

[156][156] A. Özek

[157][157] S.Yıldırım,  S. Ateş, Diyanet.

[158][158] Y.N.Öztürk

[159][159] S.Yıldırım.

[160][160] A. Özek. Keza  bkz. F. Yavuz, S. Ateş, Diyanet.

[161][161] F. Yavuz

[162][162] A. Özek

[163][163] S. Yıldırım

[164][164] Y.N.Öztürk

[165][165] A. Özek, F. Yavuz

[166][166] Diyanet, S. Yıldırım.

[167][167] F.Yavuz, H.B. Çantay

[168][168] S.Yıldırım.

[169][169] Diyanet, Y.N. Öztürk

[170][170] S. Ateş, A. Özek, S. Yıldırım.

[171][171] S. Ateş. Keza F.Yavuz, Diyanet, A. Özek, Y.N.Öztürk çevrileri de buna yakındır.

[172][172] S. Ateş. Keza A. Özek, Y.N.Öztürk, Ö.Dumlu-H.Elmalı.

[173][173] S. Yıldırım