Engin Sezen, The Circle

2012 olmalı. Zaman Amerika’da haftada bir yazmak üzere anlaşmıştık Sıtkı Özcan’la. Zaman Amerika’nın sorumlusuydu.

Telefondaki munis ve teşvik edici bir sesti. Türlü atılımlar, açılımlar yapmak isteyen genç ve yenilikçi bir ses. Heyecanlı bir ses.

Bir müddet yazılar gönderdim Zaman Amerika’ya. Ne yazık ki, Süreç’le Sıtkı Bey’in planları da birer birer akamete uğradı.

6 yıl sonra kendisiyle, bu kez çok daha farklı şartlarda mülakat yapmak nasip oldu.

Sıtkı Özcan, başından beri sosyal medyada yakinen izlediğim biri. Kimi zaman isyankar ve öfkeli, kimi zaman taşı gediğine koyan bir nüktedan, ama her dem kendince doğru bildiğini eğmeden bükmeden söyleyen biri…

Özgün paylaşımlarıyla makul bir perspektif sunmaya devam eden Özcan’ın  Ben Türkiyedeyken adıyla yayınlanmış bir de kitabı var.

Sıtkı Bey, kavga’da kendisiyle “aynı cephe”de olmakla onur ve güven duyacağınız biri. Yamanlar mezunu bu Boğaziçili genç, Hizmet Hareketi’nin Amerika’daki en değerli asset’lerinden. The Circle’ın bu uzun mülakatında genç bir adamın Hizmet anatomisini de bulacaksınız.

Sıtkı Özcan kimdir?

Küçük bir Anadolu şehrinde doğdum. Herkesin birbirini tanıdığı, herkesin birbirinin çocukluğunu bildiği ufak, şirin bir mahallede büyüdüm. Babamın çocukluğu doğduğum evde geçmişti. Çocukluk arkadaşlarımın neredeyse tamamının babaları babamla çocukluk arkadaşıydı. Böyle bir ortamda büyüdüm. Sokak, mahalle, dostluk ve aile… ‘Çocukluk’ kavramının zihnimde çağrıştırdığı kavramlar bunlar.

Ülkenin Turgut Özal’la dünyaya yeni yeni açılmaya başladığı yıllardı. Bir kaç yıl öncesinin sokak kavgaları, kargaşaları, cinayetleri yeni sona ermişti belki ama, ya o yeni dönemle birlikte büyüklerimizin yaşanan tüm acıların üstüne bir sünger çekip ülkece yeni bir başlangıç yapma arzusundan, ya da daha çok kısa süre önce yaşanan o kargaşaların aslında bizim kendi küçük çevremizi, mahallemizi ya da daha geniş anlamda minik şehrimizi pek vurmamış olmasından, 80 öncesi travmalarının etkisiyle büyümedim. Mahallemizde, ailemizde, eş, dost, akraba arasında sokak kargaşalarında vurulup hayatını kaybeden, o kargaşalara herhangi bir şekilde karışmış olan ya da darbe sonrası tutuklanıp götürülen kimse yoktu. Daha gündelik yaşayan, iyi ya da kötü anlamda söylemiyorum bunu ama daha işinde gücünde insanlardık. Kendi şirin mahallemizde, kendi küçük dünyalarımızda yaşıyorduk.

Dedelerimden biri emekli zabıta müdürüydü ve bizim için bu çok büyük bir şeydi. Diğer dedem, ülkenin diğer ucundan bu şehre gelmişti ve bu çok büyük bir göçtü. Böyle kendi halinde küçük bir hayat yaşıyorduk.

Şimdi geri dönüp baktığımda o dönem aslında ufak, kendi halinde bir sera içinde yaşıyormuşuz. Tayinle şehre gelmiş bazı memur çocukları hariç sınıfımızdaki hemen herkes aynı şehirde doğmuş, aynı sokaklarda büyümüş, aynı arkadaşlarla oynamıştı. Hepimiz küçük farklarla birbirimizin aynıydık aslında. Bir anlamda güzeldi bu. Bir anlamda da çok kısır…

Ortaokul sonrası lise eğitimi için İzmir’e, Yamanlar Koleji’ne geçtiğimde gördüm bunu. Burada da tam tersi müthiş kozmopolit bir ortam vardı. Sınıfımdaki tek Kütahyalı bendim. Koca okuldaki hemşehrilerimin sayısı da bir elin parmaklarını geçmiyordu. Herkes için aynıydı bu durum. Okuldaki Balıkesirli, Muğlalı, Edirneli, Diyarbakırlı sayısı da çok farklı değildi. Bambaşka şehirlerin, bambaşka kültürlerin, çok farklı geçmişlerin çocuklarıydık ama küçük bir okulun sınırları içinde, birbirimizle iç içe, birlikte yaşıyorduk. Bizim için gecesini gündüzüne katan öğretmenlerimizden, belletmenlerimizden öğrendiğimiz kadarını hatta belki daha fazlasını birbirimizden, farklılıklarımızdan öğreniyorduk. Yaşayarak öğreniyorduk. Bizim için devasa derslerdi bunlar.

İzmir’de 3 yıl geçirdim ama 30 yıla yetecek kadar çok şey öğrendim. Yamanlar Koleji evet belki Türkiye’nin akademik anlamda en iyi okullarından biriydi, ve evet uluslararası bilim olimpiyatlarında, üniversite sınavlarında, türlü yarışmalarda alınan madalyalar, dereceler havada uçuşuyordu ama Yamanlar’ın bana asıl verdikleri bunlardan çok farklıydı. Ödülle, dereceyle, madalyayla ölçülemeyecek değerlerle yoğruluyorduk biz orada. Orada geçirdiğim 3 yıl boyunca ne küçük bir tartışmaya, ne ufacık kavgaya, ne bir itişip kakışmaya şahit oldum. Biz, belki bambaşka dünyaların çocuklarıydık ama aynı idealin tohumlarıydık. Yeni Bir Dünya o okulun bahçesinde kurulmuştu çoktan. Sonraki yıllarda, dünyanın dört bir yanında bayraklaştırmaya çalışacağımız ‘birlikte yaşama’, ‘birbirini anlama’, ‘herkesi kendi konumunda kabul etme’nin hayata geçmiş küçük bir prototipi içinde büyüyorduk resmen. Paha biçilemez yıllardı benim için.

Ayrıca ufkumuz da başkalaşıyordu Yamanlar’da. Kütahya’dayken, yurt dışına, dış dünyaya dair tek bağımız mahalle muhtarının yazları ziyarete gelen ‘Alamancı’ akrabalarıyken şimdi daha liseli birer çocuk olarak dünyanın dört bir yanında birbiri ardına açılan Türk okullarından, başka başka ülkelere dair olaylardan, hedeflerden, hayallerden konuşuyorduk. Dünya küçük bir ülke haline gelmişti artık zihnimizde. Daha lisedeydik. Yatılı bir okuldaydık ve çoğumuz itibariyle henüz tek bir kez bile ülkeden dışarı çıkmamıştık, tek bir yabancı ülke bile görmemiştik ama bu zihni dönüşümü çoktan yaşamıştık kendi içimizde. Bunun, o çocukların geri kalan hayatları adına ne büyük bir dönüşüm olduğunu kelimelerle anlatamam.

Üniversite yıllarınız?

Yamanlar’ın o ağır eğitimi olmasa ve kendi kendime kalsam belki kapısından asla içeri giremeyeceğim bir okuldaydım: Boğaziçi Üniversitesi’nde.. Çok kültürlülük, farklılıklara saygı, dostluk, arkadaşlık, kendini tanıma, birey olduğunun farkına varma, okumayı, anlamayı anlama adına çok önemliydi Boğaziçi benim için. Öyle ya da böyle militarist bir ülkede büyümüştük hepimiz.

Ortaokulda, dönem ödevlerimizin sayfa sayısından, yazı tipine, kullanılacak kalem tipinden mürekkebin rengine kadar öğretmenin karar verdiği, hangi kitabın hangi sayfalarını hangi şekilde kağıda döküp getireceğinin dahi sana dikte edildiği bir eğitimden çıkıp, devam zorunluluğunun dahi olmadığı, derslerde her şeyi alabildiğine tartıştığın, sıcak havalarda bazı dersleri ya çimlerde ya kantinde yaptığın bir okul yapısı pek çoklarımız için devrim niteliğindeydi. Okulun üst düzey akademik eğitimi ve başarısı, derslerdeki, kampüsteki özgürlük havasının bize verdiği hayat dersinin yanında çok önemsiz kalıyordu. Herkesin birbirine saygı duyduğu, yazılı ya da yazısız tüm kuralları içselleştirip değer verdiği ve uyguladığı, Türkiye’den ayrı küçük, başlı başına bir ülke gibiydi adeta Boğaziçi. Ben öyle hissediyordum en azından. Güney Kapı’dan girip meşhur yokuştan aşağı inerken Türkiye’den ayrıldığımı, başka bir dünyaya girdiğimi hissediyordum. Okulun meşhur çimlerinde tek bir ‘çimlere basmayınız’ yazısı yoktu ve sabah, öğle, akşam o çimlerde ders çalışılıyor, yemek yeniyor, oyun oynanıyordu ama günün belli saatlerinde çimlerin dinlendirilmesi gerektiği zaman da bu alanın etrafına ince, basit bir plastik şerit çekilmesi yetiyordu. O anlarda, tek bir öğrencinin dahi o şeritlerin üstünden atlayıp çimlerde oturduğunu görmedim. Kural tanımazlığın, kural çiğnemenin, uyanıklığın marifet sayıldığı bir ülkede bu basit örneğin ne çok şey ifade ettiğini anlatabiliyor muyum? Boğaziçi buydu benim için.

Hizmet Hareketi’yle Yamanlar Koleji’nde mi tanıştınız?

Yok, hayır. Hizmet’le tanışmam Yamanlar öncesine dayanıyor. Orta birinci sınıfta, yaşadığım küçük şehre  okumaya gelen bir kaç üniversite öğrencisi vasıtasıyla tanıştım. Biz o dönem bulabildiğimiz her kitabı okumaya çalışan bir kaç arkadaştık, onlar, insanlar okusun diyedir kitapçı dükkanında kitap satmaya çalışan bir kaç arkadaş. Böyle bulduk birbirimizi. Hizmet’le birebirde tanışmam ‘kitap’ üzerinden oldu yani.

Sonra o abiler üzerinden başka abilerle tanıştık. Biz başka arkadaşlarımızı onlarla tanıştırdık. Haftanın hemen her günü birbiriyle görüşen ortaokuldan üniversiteye farklı yaşlardan 15-20 kişilik büyük bir aile olduk. Hayatı paylaşıyorduk. Her şeyi konuşup tartışıyorduk. Birlikte kitap müzakereleri de yapıyorduk, evin arkasındaki toprak sahada top da oynuyorduk. O yaşlarda küçücük çocuklar için, hele ki henüz şehirde doğru düzgün üniversite öğrencisi yokken, olanları da bırak ortaokul öğrencilerini, liselilerle bile muhatap olmazken koca üniversite öğrencilerinin bizimle dost olması, arkadaş olması başka bir şeydi bizim için.

Bu arada İstanbul’da yaşayan ve hayatımda çok önemli bir yeri olan, ailece saygı duyduğumuz bir akrabamızın da üniversite yıllarından beri Hizmet’le irtibatı vardı. Bu nedenle genel manada geniş ailemizde cemaat, tarikat vs. mefhumlarına karşı belli bir ön yargı olsa da kendi çekirdek ailemizde Hizmet’e karşı bir ön yargı yoktu. Aksine, annemin bir gün o dönemde tanışıp görüştüğümüz abilerin kapısını çalıp, “Evladım, biliyorum ki oğlum buraya gelip gidiyor. Ben sizin kim olduğunuzu biliyorum. Bizim kendi çocuğumuza sizin sahip olduğunuz değerler adına verebileceğimiz çok bir şey yok. Sizden ricam ne olursa olsun onu bırakmayın.” dediğini çok uzun yıllar sonra öğrendim.   Bilhassa annemin Hizmet’e her zaman çok büyük bir sevgisi vardı. Hala da var.

Üniversite yıllarında ‘dersane’de kaldınız. Bize Işık Evleri’nin o yıllardaki atmosferini anlatır mısınız?

Bizim Kütahya’da ‘dersane’ tabiri kullanılmazdı Hizmet evleri için. Belki biz o dönem işin talebelik tarafında durduğumuz için ‘Abiler’ denirdi. İstanbul’a gelince duydum ilk ‘dersane’yi, garip geldi, pek de ısınamadım. Ama sorduğunuz manada evet, üniversite yıllarında arkadaşlarımla birlikte tutup, imkanı olmayan fakir öğrencilere gönüllü dersler verdiğimiz bir Hizmet evinde kaldım.

Hizmet evi ortamımız fevkaladeydi. Ortaokulun ilk yıllarından o güne sayarsanız, yaklaşık 7-8 yıldır Hizmet’i tanıyordum, biliyordum, içindeydim. Fakat ben ‘Hizmet’i üniversite yıllarında öğrendim.

Üniversitenin ilk yılında bir kaç arkadaş, Ortaköy’de küçük bir ev tuttuk. Konu komşuya, civar esnafa ‘maddi durumu yetersiz, kabiliyetli öğrencilere ücretsiz ders verebileceğimizi’ söyledik. Onlarca öğrenci geldi. Ev arkadaşlarımla fizikten matematiğe, tarihten coğrafyaya ne biliyorsak anlatmaya çalıştık.

Arkadaş olduk o çocuklarla. Aileleri, ailelerimiz oldu. Aradık, sorduk, gittik, geldik. Hala görüşürüz bazılarıyla. Ailelerimiz görüşür. ‘Görüşürdü’ daha doğrusu. Ülkenin üzerine çöken meşum karanlıkta başlarına bir dert açmamak için şu an görüşmüyorum pek çoğuyla. Ama bir şekilde bu röportajı okurlarsa bilirler ki benim için öz kardeşimden farkları yoktur. Çok özel bir dönemin çok özel bir meyveleriydi onlar benim için. Gençliğin, gençlerin emek sarfedip işlersen ne kıymetli bir mücevhere, ihmal edip kendi haline terk edersen ne bozuk, çürük bir meyveye dönüşebileceğini o yıllarda gördüm.

Şimdi oturup düşününce, Hizmet’i bana hizmet edilirken değil, o çocuklara kendimce bir şeyler öğretmeye çalışırken anladığımı görüyorum. ‘Bana bütün fedakarlığıyla hayatını adayan insanları sevmenin’ hizmet olduğunu sanıyordum o güne kadar. Meğer, fedakarlıkların aynısını samimiyetle başkaları için yapmaya çalışmakmış Hizmet. Evimize gelip ders çalışan o çocuklar, farkında olmadan çok şey öğretiyordu bana. Ben kendimce onlara bir şeyler anlatıyordum belki ama hayat bana onlar üzerinden çok büyük dersler veriyordu.

Şu an beni bir zaman makinesine koysanız, kayıtsız-şartsız, sorgusuz-sualsiz döneceğim yıl belki Hizmet’i, ‘abiler’i yeni tanıdığım, o hazzı, heyecanı, samimiyeti hiçbir şeye değişilmez ilk yıl, ortaokulun ilk senesidir. Fakat Hizmet’in ne olduğunu, özelde benim için, genelde dünya için ne mana ifade ettiğini öğrendiğim yıllar, üniversite yıllarıdır. Ortaokulda ve lisede bana hizmet edilirken Hizmet’i hissettiysem, üniversite, başkalarına hizmet ederken Hizmet’i ‘öğrendim’.

Boğaziçi’nden sonar neler yaptınız?

Üniversiteden mezun olduktan sonra kısa bir süre özel sektörde çalıştım. Sonra lise yıllarından beri tanıdığım, saygı duyduğum, aynı üniversiteden mezun olduğumuz, aynı sitede oturduğumuz aile dostu bir büyüğüm Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleşti. O sıra akıllı telefonlar yoktu, ara sıra internet üzerinden, Türkiye’ye geldiği zamanlarda da yüz yüze görüşüyorduk. Benim özel sektörde çalışmamı istemiyordu, gereksiz buluyordu. Kısa bir süre sonra beni de yanına, başkanı olduğu kültürlerarası diyalog derneğinde birlikte çalışmak üzere Amerika’ya çağırdı. Kabul ettim. Hemen çalışma izni, vize vs. prosedürler için başvurduk. Bir iki aya çözülmesini beklediğimiz resmi işler uzadı da uzadı.

Bu arada Zaman Gazetesi’nde çalışan eski bir arkadaşım, Amerika vizesini beklerken gelip çalışmam için beni gazeteye davet etti. Gazeteye, gazeteciliğe her zaman ilgi duyduğumu biliyordu. Kendi halinde her gün yazılar yazıp yayınladığım bir blogum vardı. Hiçbir zaman yayınlamayacağım bazı kitaplar, senaryolar yazıp çiziyordum. Üniversitede tüm arkadaşlarım yaz aylarında büyük, uluslararası şirketlerde staj yapmak için uğraşırken, ben, staj için gazetelerin, televizyonların kapısını aşındırıyordum. Bunları bilen arkadaşım vize beklerken gazetede çalışmam için böyle bir teklifle gelince onu da kabul ettim. Amerika’daki çalışma izninin ve vizenin ne kadar sürede çıkacağını bilmiyorduk. Gazetede ne kadar çalışacağımı bilmeden başladım aslında gazeteye. Vize çıkınca ayrılıp gideceğim üzerine anlaşmıştık. Beklediğimizden uzun sürdü bu süreç. ABD’deki çalışma izni ve vizelerin hazır olması bir kaç yıl aldı. Bu süre zarfında Zaman Gazetesi’nde gazetecilik adına çok şey öğrendim. Zor ama keyifliydi. Çok kıymetli insanlarla tanıştım. Çok değerli tecrübeler edindim.

Bekleme sürecinin sonlarına doğru beklemediğim bir sıkıntı yaşadık gazeteyle. Onlar ayrılmamı istemiyordu, Amerika işini iptal etmemi söylüyorlardı. Bense Amerika’daki arkadaşıma söz verdiğim için gitmem gerektiğini söylüyordum. Israr ettiler. Kabul etmedim, edemedim. Arkadaşıma söz vermiştim. Orada çalışma izni, vize vs. için bir sürü uğraşmışlardı. Bu emeklerin zayi olup gitmesini istemiyordum. Biraz gidip geldi bu mesele. Sonra çözülemeyeceği anlaşılınca gazeteden kovuldum. Öyle kovulma gibi bir kovulma değildi ama neticede kovuldum. Kendince haklıydı gazete. Onca zaman gazetecilik öğrettikleri, üzerine emek sarf ettikleri birinin öyle ayrılıp gitmesini istemiyorlardı. Ben de kendimce haklıydım, çünkü arkadaşıma geleceğime dair söz vermiştim. Ayrıldık. Gazeteyle, gazetecilikle 3-5 yıl sonra, bu sefer Amerika’da tekrar buluşacağımı bilmiyordum tabii o zamanlar.

Bir süre dışarıda bekledim, vize işi çözülünce de Amerika’ya geldim.

Bu arada, Zaman Gazetesi’nde de bir Boğaziçili ekip vardı sanırım?

Tam öyle değil aslında. Benim gazeteye gelişim o ekibe göre biraz daha spontane oldu. Bir de yaklaşık bir 10-15 sene var aramızda. Çok o grubun parçasıyım diyemem yani kendime. O abilerin gazeteye gelişi benimkine göre çok daha sistemli, planlı bir yolla, gazeteciliğe ilgi duyma ihtimali olan Boğaziçili gençlere gazetede yazıp çizme imkanı veren Zaman Araştırma Grubu vesilesiyle olmuş o dönem. Çok da iyi olmuş. Bana göre zamanının çok ötesinde bir projeydi o. Neden akamete uğradı, nasıl sona erdi bilmiyorum ama keşke uzun yıllar devam edebilseydi. Sadece bir iki yılda bile gazeteye kazandırdığı isimleri göz önüne alınca, eğer bu çalışma 10-15 sene aralıksız devam edebilseydi, Zaman Gazetesi’nin de Türk medyasının da çehresini baştan aşağı değiştirebilirdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Kısmet…

Hizmet Medyası denince, neler söylemek istersiniz bu konuda?

Zaman Gazetesi’ni içinde çalışmaya başladığım o ülke siyasetinin çok çalkantılı dönemlerinde ya da gelip Amerika’ya buradaki edisyonunun başına geçtiğimde tanımadım ben. Daha ortaokulun birinci sınıfında, onun da benim de hayatımın başlarında olduğumuz günlerde tanıdım. O da küçüktü, ben de. Gözümüzün önünde büyüdü gazete. Birlikte büyüdük. Ben büyürken bir sürü hata yaptım, bir sürü yanlışım oldu. Gazete de büyürken benim gibi bazı hatalar yaptı Bugün devam ediyor olsa yine yapacak. Yarın yeniden açılsa yine hatalar yapacak. Aksi mümkün değil çünkü.  İnsanın tabiatına, eşyanın fıtratına, mesleğin doğasına aykırı. Fakat birlikte büyüdüğümüz o Zaman Gazetesi, benim, çocukluk yıllarından gençlik dönemine, gençlik yıllarından olgunluğa geçerken kendimi geliştirebildiğimden çok daha fazla geliştirdi kendini, ilerletti. Ülke gazeteciliğine de ülkenin bizzat kendisine de çok şeyler kattı. Medyanın, sadece belli çıkar grupları için rejime maşalık aracı, devletin yıllardır dayak atıp durduğu kitlelerin sırtındaki sopası olma işlevi gördüğü günlerde Zaman Gazetesi tüm bu itilip kakılan gruplara, aslında bir araya geldiğinde ülkenin neredeyse tamamını oluşturan insanlara açtı sayfalarını. Herkül Milas, Etyen Mahcupyan, Bejan Matur, Ali Bulaç ve Mümtaz’er Türköne aynı gazetede, bazen aynı sayfada yazıyordu. O dönemde bu insanları değil gazete sütunlarında, bir evin küçük bir odasında bir araya getirsen rejim ne der diye korkardı insanlar. Zaman korkmadı. Bu adımları tek tek attı. Toplumsal uzlaşı adına fark etseler de etmeseler de insanlar üzerinde ne büyük bir etkisi olduğunu görebiliyor musunuz bunun?

Hürriyet’in resmi gazeteden çok az bir farkla çıktığı, ısmarlama manşetlerle haşmetlilerin hoşlaşmadığı tüm aydınları, sanatçıları, gazeteci ve yazarları linç sırasına dizdiği dönemlerden bahsediyorum. Benim için çok büyük önemi vardır o günlerde Zaman’ın yaptıklarının. Şimdi bunları zaten normal kabul edip yorumlarımızı, analizlerimizi buna göre yapıyoruz ama o dönem normal değildi bunlar. O zamanın Türkiye’sinde değildi. Çok devrimsel işlerdi.

“Zaman’ın rakibi Hürriyet, Milliyet, Sabah değildi. Onları baz almamalı, dünya gazeteleriyle yarışmalıydı” diyebilirsiniz. Bazı açılardan doğru da bu, ama bilhassa sorduğunuz konu özelinde, AKP, Erdoğan, 17 Aralık vs. konusunda dünyanın en önemli gazeteleri hata yapmadı mı? Neler neler yaptılar. Geçenlerde önemli bir medya kurumunda çalışan Amerikalı bir gazeteci dostum sordu, “AKP’ye en baştan niye karşı durmadınız?”. Dedim ki “Senin gazetende o dönem Erdoğan’ın yapıp ettikleri, model bir ülke olarak Türkiye’deki demokratikleşme hamleleri, insan hakları ve özgürlük adımları o kadar güzel anlatılıyordu ki, herhalde ona aldandık”.

‘Zaman Gazetesi neden AKP’ye destek verdi’ dediğimiz dönemlerde dünyanın en büyük gazetelerinde her hafta yeni bir AKP övgüsü yayınlanıyordu. Avrupa Birliği, Türk hükümetine alabildiğine destek veriyor, her ay AB üyeliğiyle ilgili yeni bir olumlu açıklama yapılıyor, bayağı Avrupa Birliği’yle Türkiye el ele üyeliğe yürüyordu. ABD’nin önce stratejik ortağı, sonra model ortağıydı Türkiye. Zaman’ın da bu dünya gazetelerinin de AB’nin de ABD’nin de yaptığı hata değildi o dönem. Doğru işler yapıyordu çünkü o yıllarda Türk hükümeti. İnsan hakları, özgürlükler konusundaki atılımlar, demokratikleşme hamleleri, Avrupa Birliği reformları kim yapsa desteklenmesi gereken işlerdi. Bütün bu tarihi ve güzel gelişmelere imza atan adamların daha sonra keskin bir U dönüşüyle ülkeyi bir Orta Doğu diktatörlüğüne çevireceğini, götürüp bir bataklığın en dibine saplayacağını görmek kolay değildi. Tüm bu dünya gazeteleri, uluslararası kuruluşlar, AB ve ABD de göremedi zaten. Kimse göremedi. Şimdi dünyanın her ülkesinden, o ülkelerin siyasilerinden, medyalarından, ülke içinde türlü türlü kesimlerden gelen bu destekleri, olumlamaları, övgüleri unutarak Nasreddin Hoca’yla Timur’un hikayesinde olduğu gibi kenarı çekilip Zaman’ı ortada bir başına bırakmak doğru gelmiyor bana.

Sizin Zaman Amerika maceranız var?

Zaman Amerika küçük bir laboratuvar gibiydi bizim için. Dar bir kadroyla, çok kısıtlı imkanlarla çalışıyorduk. Bu kısıtlı imkanlar bizi çok geliştirdi. Her arkadaşımız gittiği bir haberde, haberi de fotoğrafı da görüntüyü de kendi alıyordu. Gazeteye döndüğünde haberini internet optimizasyonu kriterlerine göre düzenleyip siteye kendi yüklüyor, anahtar kelimelerle sağını solunu düzenleyip editör onayına hazır hale getiriyordu. Yeni medyayla ortaya çıkıp iyice bugünlerde iyice yaygınlaşan ‘backpack journalism’ (Sırt çantası gazeteciliği) kavramını, biz ta en başından beri zorunlu olarak kullanıyorduk. Bu zor şartlar, gazetedeki her arkadaşımızı bir taraftan belki biraz yıprattı, ama bir taraftan da çok geliştirdi.

Yeni dönemin şartlarına hazır hale getirdi bizi. Böyle de olması gerekiyordu kanımca. Türkiye’de gazete çok büyüktü, imkanları çok farklıydı evet, ama yurt dışı baskıların oradan sürekli, kesintisiz bir destekle büyümesi sağlıklı olmazdı. İnorganik olurdu, gelişemezdik. Kendi yağımızda kavrulmak, kendi metodlarımızla ilerlemek çok şey kattı bize. Sadece bizim için değil, dünyanın dört bir tarafındaki Zaman/Cihan temsilcilikleri için de böyle oldu sanıyorum. Fransa’da, İngiltere’de, bilhassa Rusya’da çok önemli işler, çok ciddi yenilikler yapılıyordu. Avustralya’da, Kore’de, Romanya’da, Güney Amerika’da, tüm Orta Asya baskılarında ne ciddi işler yapıldığını yakından biliyorum. Türkiye’deki gazetenin iki sayfalık dış haberler bölümünde kendine ayrılan yere haber sokmaya çalışan bir kaç muhabirden bahsetmiyorum, yirmiden fazla ülkede yerleşik, bizzat o ülkelerde, o ülkelere yayın yapan gazetelerden bahsediyorum. Muazzam bir şeydi bu aslında. Bunun ne manaya geldiğini, nasıl bir potansiyel taşıdığını gazetecilikten gerçekten anlayan adam bilir.

Ha, dünyanın dört bir yanındaki bu farklı tecrübeler bir araya gelip farklı bir sinerji oluşturabilir miydi? Bu sinerji Zaman Gazetesi’ni dünya çapında çok farklı bir yere taşıyabilir miydi? Tabii ki evet. Son dönemde bu yönde yoğun bir çaba da vardı zaten. Bir kaç ülke temsilcisi arkadaş, gazetenin de ön ayak olmasıyla internet ortamında sık sık bir araya gelip bu potansiyeli nasıl bir kinetik enerjiye çevirebiliriz onu konuşuyorduk. Gazete çok açıktı buna. Üst yönetim de ara ara bu fikir teatilerine bizzat katılıyordu. Ama kader… Neo-Moğollar bir gece vakti, kanlı mızrakları ve yırtıcı hayvanlarıyla geldi, ne varsa yaktı, yıktı, taş üstünde taş bırakmadan gitti.

Keşke Zaman Amerika, özellikle bugün daha da çok ihtiyaç duyulan bir dönemde kurumsallaşabilse, Türkçe ve ingilizce etkin yayınlar yapabilseydi. Şu anda ağır aksak giden bu platform ayağa kaldırılamaz mı?

Olabilir, tabii ki kaldırılabilir. Kendi aramızda da konuştuk bunu daha önce, konuşuyoruz da bazen. Ama olmalı mı olmamalı mı onu bilemiyorum. Belki yayın politikası, hedef kitlesi değiştirilerek olabilir, fakat üzerine çok ciddi düşünülmesi gereken bir mesele bu. Düşünce safhasında bile bize geri adım attıran bazı kaçınılmaz haller var. Türkiye’ye yönelik yayın yapsan, yasaklı. Yasakları aşsan, ezhan kapalı. Eskisi gibi yalnızca Amerika’ya dair Türkçe haberler yayınlasan böyle bir dönemde faydası sınırlı. Yukarıdaki alanların herhangi birinde bir fayda sağlayacağına kanaat getirip ‘haydi başlayalım madem’ desen, bu sefer elde defter geçmiş tüm hesaplarını, sorunlarını, sıkıntılarını Zaman Amerika üzerinden çözmeye kalkacak şikayetperver bir dolu insan. Açıkçası attığımız taş bu anlamda ürküttüğümüz kurbağaya değer mi bilmiyorum. Meşhur hikaye var ya, Nasreddin Hoca oğlunu eşeğe bindirmiş pazara gidiyormuş. Biriyle karşılaşmışlar. Adam demiş ki, “Şu hale bak. Küçücük çocuk utanmadan binmiş eşeğe. Yaşlı başlı adam sıcakta yürüyor.”. Çocuğu indirmiş kendi binmiş. Biraz ileride bir başkası, “Hoca yazık değil mi el kadar çocuğu yürütüyorsun, kendin binmişsin eşeğe”. Sonra ikisi birden binmiş başka bir şey. İnmiş ikisi de yürümüş bu sefer başka şey. Malum hikaye işte. Son iki yıldır bizzat bu hikayenin içinde yaşıyoruz biz. Her dönemeçte başka biri. O yüzden, hayatımı, ‘Benimle, bizimle aynı yolu yürüdüğü için hayatı cehenneme dönmüş insanlara en faydalı şekilde nasıl yaşarım? Onlar için zamanımı en etkili şekilde nasıl kullanırım?’ diye düşünüp planlayarak geçirmeye çalışğım şu günlerde tüm bunlarla uğraşmayı tercih eder miyim bilmiyorum.

Hazır bugünlerden söz açılmışken, neler okuyorsunuz bu aralar?

Herkesin bir sorusu, sorgusu var bu aralar. Herkes bir şeyleri anlamaya çalışıyor. Ben insanı anlamaya çabalıyorum, toplumu anlamlandırmaya uğraşıyorum. Sosyal psikoloji okumaları yapıyorum bu yüzden fırsat buldukça. Böyle çalkantılı dönemler ilk kez yaşanmıyor çünkü, ilk yaşayan da biz değiliz.

Bizim kafamızı bugünlerde sıkça kurcalayan ‘İnsan insana bunu nasıl yapar? Eşimiz, dostumuz, akrabamız bize bunu nasıl yaptı?’ sorusunu daha önce de farklı vesilelerle sormuş insanlar. Bilhassa Avrupa’daki soykırımdan kaçıp Amerika’ya gelen bilim adamları… Ya kendileri bir dönem toplama kamplarında esir düşmüş, ya ailelerini bu kamplarda kaybetmiş bu insanlar da bizim gibi merak etmiş: “Kapı komşumuz, eşimiz, dostumuz, yıllarca yediğimizin içtiğimizin ayrı gitmediği insanlar bize bunu nasıl yaptı? Yaşananlara nasıl göz yumdu?”. Daha önemlisi, bu olanlar herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde yeniden yaşanabilir mi? Bunu araştırıyorlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası özellikle deneysel anlamda çok gelişiyor sosyal psikoloji. Stanley Milgram’ın, Solomon Asch’in, Philip Zimbardo’nun falan deneyleri şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde ortaya koyuyor ki gerekli çevresel şartlar oluştuğunda herkes, herkese, her yerde, her şeyi yapabilir. Çok net bu. Bu bilim adamlarından sonra da bu deneylerden bazıları on yıllar boyu, farklı farklı ülkelerde, birbirinden çok farklı sosyal gruplar üzerinde tekrarlanıyor. Sonuç hemen hiç değişmiyor. Çevresel şartların insan psikolojisi ve davranışları üzerinde muazzam bir etkisi var ve genelde de olumsuz bu etki. Ali’nin Veli’yle, Ahmet’in Mehmet’le cedelleştiği gündelik tartışmalardan ziyade bu insanı anlama çabasıyla vakit geçirmeye uğraşıyorum.

Zihnimin iyice yorulup artık işlevini yitirmeye başladığı anlarda da roman okuyorum. Ruhumu kemirip duran hafakanlardan az da olsa uzaklaşmayı sağlıyor. Bilhassa Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes külliyatını seviyorum. Bir iki kere bitirdim galiba bu süreçte. Bugünün karmaşasından ayrı, bambaşka bir alanda, kendi bulmacalarıyla zihni fazlasıyla meşgul ettiği için dinlendirici oluyor. Bir de meslektaş olmamızdan hareketle belki, Hemingway’e biraz ayrıcalık yapıyorum. Bir de düşünce dünyamın temel taşı saydığım eserler var tabii. Onların yeri de zamanı da bunlardan ayrı.

Hizmet Hareketi’yle çocuk yaşlarda  tanıştınız. Hareket’in hayatınıza  neler kattığını düşünüyorsunuz?

Çok şey. Önceki soruların satır aralarında biraz değindim aslında buna.

Küçük bir Anadolu şehrinde kendi küçük ufkumla yaşarken zihnimi dünyaya açtı Hizmet. Beni dünyaya açtı. Hedeflerimi, hayallerimi, sınırların çok ötesine taşıdı.

Attığım her adıma ‘temsil’ diye bir misyon yükledi, hayatıma büyük bir sorumluluk getirdi Hizmet. Tek bir kişi bile seni görüp hayatını güzelleştirse senin için ne büyük bir nimet, tek bir kişi bile sende gördüğü yanlıştan dolayı ‘iyi insan olmadan uzaklaşsa senin için ne büyük mesuliyet.. Bunu verdi. Müthiş bir denge bu. Sadece eşine, dostuna, arkadaşına karşı değil, hayatında sadece bir kere göreceğin bir insana karşı bile seni fevkalade dengeli bir zemine oturtan harika bir bakış açısı.

Sonra daha küçük bir çocuk olduğumuz yaşlarda ‘başkaları için yaşama’ gibi devasa bir konsept soktu hayatıma. Uzak meselelerdi bize bunlar. Kimseye kötülük yapmama, iyi bir insan olma, insanlara elinden geldiğince iyilik yapmaya çalışma ailemizde yerleşik değerlerdi, ebeveynlerimizden bunları öğreniyorduk. Ama ‘Başkaları için yaşama’.. Bu çok farklı bir ufuktu. Teorik olarak anlatıp da geçmedi Hizmet bunları. Bizzat yaşattı. Etrafımızda hep bizim için yaşayan insanlar oldu. Sonra biz başkaları için yaşamaya çalıştık.

Kafamızdaki ‘din’ portresini baştan aşağı değiştirdi en önemlisi. Ben Hizmet’i tanıdığım yıllarda, seksenlerin sonu, doksanların başında bize sunulan din, soğuk, insanı günelik hayattan koparan, onu dar, dışarıya kapalı, başkalarından uzak bir alana çeken bir kavramdı. Din tabii ki bu değil ama böyle bir alana hapsedilmişti. Bu alan bana, bize çok uzaktı. O ‘din’e ne ben, ne arkadaşlarım yaklaşmak istemezdi galiba. Uzağında kalırdık. Dini, diyaneti Hizmet’le tanıyıp seven yüzbinlerce genç için de durum farklı olmazdı herhalde. Gençleri, gençliği tamamen devre dışı bırakan bir anlayıştı o. Bu yanlışı baştan aşağı yıktı Hizmet. Dinin herkes için ne kadar yaşanabilir olduğunu gösterdi. Modern hayatla ne kadar iç içe olabileceğini gösterdi. Toplumun içinde, toplumla iç içe, eğitimle, diyalogla, sanatla, sporla, şiirle, edebiyatla barışık, dünyaya, diğer insanlara açık bir Müslüman nasıl olur onu gösterdi. Hizmet’in bugün yaşadığı saldırıların nedenini de biraz orada görüyorum ben. Bugünlerde Hizmet’i çiğ çiğ yemek için birbiriyle yarışan insanların Hizmet’le kavgası yeni değil. O kavga ta 60’larda, 70’lerde, Hocaefendi cami kürsülerinden Anadolu insanına, ’Tabii ki çocuklarınızı eğiteceksiniz. Onları en iyi okullarda okutacaksınız” dediğinde başladı.

Fethullah Gülen hakkındaki düşünceleriniz?

Çok büyük bir gaye-i hayali var Hocaefendi’nin. İnsana, insanlığa dair büyük, bitip tükenmez bir inancı var. Kendi adıma insanı ve insanlığı, iyiyi ve kötüyü, iyiliği ve kötülüğü en baştan sorguladığım bugünlerde açıkçası beni hayrete düşüren azimli bir inanç bu. Tüm insanlığın evrensel insani değerler etrafında buluştuğu, din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin birlikte, huzur içinde yaşadığı bir dünyayı özlüyor Fethullah Gülen. Eserlerindeki gelecek tahayyülünde sıklıkla görebiliyoruz bunu. Ortaya konmasına öncülük ettiği projelerde de görüyoruz. Zaten tam bu ikisinin kesişim noktasında duruyor bana göre. Teoriyle pratiğin fevkalade imtizacında görüyorum ben onu. Bu ikisinden birinin eksik kaldığı durumlarda ortaya çıkan sıkıntılı halleri bugünlerde daha net görüyoruz çünkü etrafımızda. Ya pratiğe dökülmeyen, hayatın dinamiklerine dokunmayan, sahada bir karşılığı olmayan teorilerin girdabında boğuluyoruz ya da teoriyi, işin fikri temellerini hiç bilmeden gündelik bir heyecanla koşturup, kıra döke ilerliyoruz. İkisi de yanlış, ikisi de eksik.

Fethullah Gülen’in bizzat yaşadığı hayatı bu yüzden çok önemsiyorum ben. Ne o, ne bu. Ne, tüm bilgi birikimiyle Kaf Dağı’nın ardında, insanlardan uzak kendi kapalı dünyasında yaşayan ulaşılmaz bir bilge, ne de fikre, ilme, düşünceye dayanmayan gündelik bir telaşla sağa sola çarpa çarpa ilerleyen bir koşuşturma yorgunu. Biz bu ikisi arasında savrulup dururken, Hocaefendi’nin teori ve pratiğin uyumlu birlikteliğiyle baktığını görüyorum hayata. Çok mühim bir denge bu bana göre. Ortaya koyduğu idealler ne kadar hayata geçirilebilir, bu idealler ne ölçüde yaşanır kılınabilir bilmiyorum. İnsan denen canavar ne kadar ehlileştirilebilir kestiremiyorum çünkü. Fakat bu ideallerin de, onlar adına ortaya konan çabanın da insanlığın ortak geleceği adına kıymetli olduğunu düşünüyorum.

Süreç çok sancılı geçmekte. Hareket’in kurucu lideri Fethullah Gülen’in bu süreci nasıl yönettiğini düşünüyorsunuz?

Çok fırtınalı bir gecede, çok dalgalı bir denizde, dört bir yandan saldırı altında olan Hizmet gemisini minimum hasarla yürüttüğünü düşünüyorum.

Sanırım eleştirileri takip ediyorsunuz. Sizin Hareket’le ilgili eleştirileriniz var mı?

Var tabii olmaz mı? Münekkid bir akılla etrafına bakan insan, her şeyde ve herkeste eleştirilecek noktalar bulabilir. Her doğrunun içinde öyle ya da böyle bir yanlış var, bunu bulup çıkarabilir, doğruyu daha doğruya taşıyabilir. Sağlıklı olan da bu. Aksi, hatasızlık, kusursuzluk vs. eşyanın tabiatına aykırı. Fakat ben, bu son dönemde ortaya çıkan özeleştiri mevzuunu biraz yanlış anladığımdan olsa gerek, işe kendi özümden başladım. Kendimi yatırdım masaya. Hamaset olsun diye söylemiyorum, geçmiş dönemde yaptığım hataları, yapamadığım doğruları matematiksel bir şekilde tek tek irdeliyorum. Zihnimde tüm hayatımı, bilhassa da Hizmet hayatımı ileri geri sarıp izliyorum, kusurlarımı tespit etmeye çalışıyorum.

Zaman Amerika’da ben ve arkadaşlarım neleri daha iyi yapabilirdik, neleri yapsak çok daha fazla okura, çok daha kaliteli bir gazete sunabilirdik bunları düşünüyorum. Yapamadıklarımız faslına girince çok daha fazla çetrefilleniyor iş. Burada, Amerika’da yetişmiş gençleri gazeteye, gazeteciliğe kazandıramadık mesela. Çok büyük bir yaradır bu benim için. Yapamadık. Ben yapamadım bunu, başkası değil. Bundan dolayı da kendimi çok şiddetli eleştiriyorum. Zaman Amerika’da arkadaşlarla birlikte yapmaya çalıştığımız kendimizce doğru gazeteciliğin bugün için bir kıymeti olabilir. Ya yarın? Burada doğup büyümüş, buranın diliyle, kültürüyle yoğrulmuş gençler olmadan nasıl olacak o iş? Belki uğraştık ama başaramadık. Bunda da en önemli kabahat, belki tek kabahat benim.

Türkiye’deki Zaman Gazetesi’yle ortaklaşa planladığımız bir proje vardı mesela. Haber merkezindeki her muhabiri geçici olarak buraya getirip, dönemsel olarak Zaman Amerika’da çalıştırmayı hedefliyorduk. Hem tüm muhabirler öyle ya da böyle belli bir seviyede İngilizce öğrenecek, kısa süreli de olsa yurt dışında habercilik yapmış olacaktı, hem de biz burada onların gazetecilik tecrübesinden faydalanacak, gazetemizi geliştirecektik. Olmadı. Olamadı. Bugün, acaba bu projeyi hayata geçirebilsek, dünyanın dört bir tarafına dağılmış sürgün gazetecilere o ülkelerde kendi mesleklerini daha iyi yapabilme adına herhangi bir faydası olur muydu diye düşünmeden edemiyorum. Kendimi sorguluyorum.

Yine buradan bazı kurumlarla birlikte düşünce üretme, düşünceleri çarpıştırma adına bir paneller serisi projesine başlamıştık. Bir iki oturum yaptık ama sonra devam edemedik. Nefesimiz yetmedi. Şimdi geriye dönüp bunların tamamı için Ali öyle yapsaydı böyle olmazdı, Veli şöyle yapsaydı öyle olmazdı diyebilirim. Uzun yazılar da döşenebilirim bunun için. Ama vicdan rahatlatmaktan öte faydası olmaz bunun. Ben bunların tamamında kabahatin büyüğünün bende olduğunu biliyorum çünkü. Belki, gençlerin medya dünyasına kazandırılmasına her şeyden fazla vakit ayırmam gerekiyordu. Röportajın başlarında değindiğim Zaman Araştırma Grubu projesinin Türkiye’de 20 sene önce neden bittiğini sorgulayıp hırpalamak kolay. Sen bunu burada kendin yapabildin mi? Hayır. Bunu soruyorum şimdi kendime. Neden? Faydasına inandığım sorgulama modeli de bu. Biraz Adam Smith’çilik belki.. Herkes kendi özeleştirisini maksimize ederse, toplumun özeleştirisi maksimize olur. Belki de kendime Mutezile, başkalarına Cebriyeci olma durumu, bilmiyorum. Ortada kötü bir netice varsa, bunun başkalarına bakan yönüne Cebriyeci bir yaklaşımla, “O insan o hatayı yapmasa da bu yaşanacaktı” diye yaklaşmayı, iş kendime dönünce ise, “Ben bu yanlışı yapmasaydım bu kötü sonuç asla doğmayacaktı” diye düşünmeyi seçiyorum. Başkaları aksini tercih edebilir, ben bunun benim için daha faydalı olacağına inanıyorum.

Tahsilim itibariyle ekonomistim diyebilirim. Özde iktisatçı sayılırım yani. ’Sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçları karşılama ilmi’ derler ekonomi için. Serlevhası budur. Benim de, özellikle şu süreçte, dört bir yanı sarıp kuşatan alevlerin arasında çok kısıtlı bir zaman kaynağım varsa, bu kaynağı, kendi hatalarımı, kusurlarımı, yanlışlarımı masaya yatırıp onlardan kurtulmak için kullanmayı tercih ediyorum. Geçmiş kusurlarım da herkesten biraz daha fazla olduğu için herhalde, iki senedir bir türlü kendimi bırakıp başkasına geçemedim. Bu yarışa bir türlü dahil olamadım yani..

Yapılan eleştirilere genel manada nasıl yaklaştığımı soruyorsanız, faydalı buluyorum. Zararlı bulmuyorum en azından. Okuyup anlamaya çalışıyorum. Şuna inanıyorum ki konuşmaktan zarar gelmez. Her konuşmadan fayda da gelmez. Ama konuşmamaktan gelir.. Biraz Adam Smith’çe bakarsak yine; bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Düşünce pazarının fikir tezgahında her ürün rahatça sergilenebilmeli. Kimi düşüncenin talibi olur, büyür gelişir, kimi talip bulamaz, kaybolur gider. Zihin piyasası da böyle böyle dengesini bulur.

Zaten aksi de, hele ki bu telekomünikasyon çağında mümkün değil. ‘Konuşmasınlar’ın da ‘Ama bizi konuşturmuyorlar’ın da somut bir karşılığı yok. Sosyal medyada, online platformlarda bir kaç dakika içinde milyonlara ulaşmak mümkünken meselenin hala konuşuyorlar/konuşmasınlar, konuşturmuyorlar/konuştursunlar ekseninde ilerlemesini de biraz tuhaf buluyorum açıkçası. Geçelim artık o peşrev faslını. Konuşmak istiyorsan konuş, söylemek istediğin varsa söyle. Hala eleştiri tahşidatı, sorgulayan akıl güzellemesi yapma bana, bizzat sıkıntı gördüğün mevzu neyse somut olarak onu dillendir, sorgula, sorgulayalım, tartışalım. Oraya gelelim artık. Diğer taraftan sen de okumak istiyorsan oku, istemiyorsan da okuma ama ‘o yazmasın’, ‘bu çizmesin’, ‘bu konuşmasın’ın bir manası yok. Karşılığı da yok. İki tavrın da bir karşılığı yok bende.. Başkalarını bilmiyorum ama bende yok.

Öte yandan gazetecilik eksenli bakıştan olsa gerek, bu eleştirilerin somut veri, nedensellik ilişkisi ve bilgiye dayalı analiz içerenlerini çok kıymetli buluyorum. Bu düşüncelerini, belli bir emek sarf ederek fiilen de hayata geçirmeye çalışanlaraysa ekstra saygı duyuyorum. Fikir çilesinin hayata yanması, hayatlara dokunması, bizzat fayda üretmesi için verilen emeğe çok veriyorum. Diğer türlüsü, “Ben artık yokum, ama siz bunları bunları yapın”. Oldu.

Soyut genellemeleri, veriyle, datayla desteklenmeyen yüzeysel ithamlarıysa pek ciddiye alamıyorum. İstesem de alamıyorum. İnsanları hafife almak olarak görüyorum bunları. “Cemaat cehaleti terk edip, düşünmeye başlamalı” falan gibi şeyler okuyorum, gülüyorum. İçinden çıktığı, ya da hala içinde bulunduğu bir sosyal grubu bu kadar tanıyamaz insan. Senin kendini bir Rönesans aydını, bir Reform düşünürü görme arzunu anlayabilirim, fakat karşında Orta Çağ serfleri yok ki. Yarısı olimpiyat şampiyonu bir sosyal hareketten bahsediyoruz. Çoğu itibariyle okuyan, yazan, gezen tozan, dünyayı bilip tanıyan bir cemaatten bahsediyoruz. Tahsil her şey değil belki evet, ama neredeyse tamamı üniversite mezunu bir gruptan bahsediyoruz. 15-20 arkadaştık biz üniversitede. Çoğu dereceyle bölüme girmiş, kafası çalışan, konuşup tartışan, yazıp çizen adamlar. Zaman gelip okul hayatı sona erince kimi özel bir şirkete girip çalışmaya başladı bu arkadaşların, kimi yurt dışına çıktı, kimi kendi işini kurdu, kimi bir okulda öğretmen oldu, kimi de üniversitede kalıp akademik çalışmalarına devam etti. Şimdi bu kalıp devam eden arkadaşların, geri kalanımızı orta çağ karanlığından çekip çıkarma çabasına ister istemez gülüyorum ben. Ne ben o karanlıktayım çünkü ne sen Martin Luther’sin. Ben biliyorum bunu. Sen de biliyorsun. Yine sana daha iyi hissettirecekse yap, ama ben komik bulunca da bozulma.

Hasılı, bu tartışmalardan genel itibariyle çok istifade ediyorum, ama bu tip konumlandırmalara da ister istemez gülüyorum.

Süreç öncesi eleştirileriniz?

 Süreç öncesine dair ‘keşke yapabilseydik’ dediğim en önemli şey yurt dışına çıkış meselesi. Sanki biraz geç kaldık. Daha önce, çok daha büyük ölçekte dünyaya açılabilseydik keşke. Bunu, bugünden geriye bakarak, karşılaştığımız neticeye göre bir değerlendirme yaparak söylemiyorum. Yaşananlardan bağımsız olarak, süreç öncesinden bugüne yakın çevrem başta olmak üzere, her şeyin güllük gülistanlık olduğu günden beri insanları yurt dışına çıkmaya ikna etmeye çabaladığım için söylüyorum. Hizmet’in ve savunduğu değerlerin insanlık için büyük bir hazine olduğuna inanıyorum ben. Herkes inanmayabilir, ben inanıyorum buna, ve bu hazineyi kendimize saklamanın büyük bir bencillik olduğunu düşünüyorum. Hizmet dünyayı daha yaşanabilir kılma adına büyük ve önemli bir vazifeyse eğer, Allah bu vazifeyi senin sırtına sadece doğup büyüdüğün topraklardaki insanlara ulaştır diye yüklemedi ki. Süreç öncesinde Türkiye’de belki Hizmet’e gönül vermiş – tahminen söylüyorum – bir milyon insan vardı. Dünyanın geri kalan 160 ülkesindeyse taş çatlasa yüz bin. Adalet mi bu şimdi? Gitmediğimiz her ülkenin, gitmediğimiz her bir şehrin, o şehirlerde yaşayan yüzbinlerce, belki milyonlarca insanın hesabını sormayacak mı Allah bize? Soracak. Hiçbir şeyin uzaktan göründüğü kadar kolay olmadığını biliyorum. Napolyon’a harita üzerinden ‘Orduyu şuradan şuraya kaydırsaydın, oradan da şu tarafa geçirseydin’ deyip, “O dediklerin harita üzerinde parmak oynatma kolaylığında olsaydı, emin ol yapardım” cevabıyla karşılaşan senatörün durumuna düşmek de istemem bunları söylerken. Her hayatın kendi koşulları var biliyorum ama keşke daha çok insanın koşulları, çok daha önceden, yurt dışına çıkmak için uygun olsaydı. Sadece bunu söylüyorum.

Cemaat bundan sonar şunu yapabilir, yapsa, yapmalı diyebileceğiniz şeyler var mı?

 Yerelleşmeli. ‘Gittikleri yer’li olmalı insanlar. Türkiye’den, Türkiye’deki durumdan bağımsız olarak gittikleri yere kök salmalı. Bir gözü kapıya bakar oldukça, yola düşmeye hazır durdukça gittiği yerde hep misafir olarak kalır insan. Arafta kalır. Gittiği yerin parçası olamaz. Ama olmalı. Olmalıyız. Sürekli birbirimize Tarık bin Ziyad kıssası anlatıyorsak bunun bir sebebi var. Sürgünü vatan bellemeli artık. Dünya hayatını tümden sürgün bilmiyor muyuz zaten? Belki yarın, belki 500 sene sonra ama bir gün mutlaka gidip bir duvara başını vurup parça parça olacak bir dünyanın o köşesinde ya da bu köşesinde yaşıyor olmak o kadar da fark etmemeli artık bizim için. Doğduğumuz evde, doğduğumuz şehirde, doğduğumuz ülkede göçüp gitmemiz şart değil ki bu dünyadan. Kader bizi nereye sürükleyip getirdiyse orası bize ev olmalı artık. Yuva olmalı.

Bugünkü Türkiye’yi görebildiğiniz kadarıyla bize bir tasvir etseniz?

Edemem. Etmek istemem yani. Türkiye’nin kıyısına kadar gelip geri döndüğü hal, hem kendisi, hem bölge, hem de belki tüm dünya için çok büyük bir şanstı. Çok başka bir şey gösterebilirdi Türkiye dünyaya. Çok farklı bir örnek sunabilirdi. Barış, hoşgörü ve birlikte yaşamanın o zor coğrafyada bile bir ülkeyi nerelere taşıyabileceğini ispatlayabilirdi. Olmadı. Koca bir ülke hep birlikte bir Orta Doğu diktatörlüğüne dönüşmeyi tercih etti. Sağıyla, soluyla, orta yoluyla el ele bir sosyal grubu yok etme yarışına girdi. Bu arada hakkı, hukuku, aklı, mantığı yok etti. Adım adım gelen felaketi dizi izler gibi izliyor insanlar. Kendilerine de, ülkeye de, insana ve insanlığa, dine ve diyanete de çok yazık ediyorlar.

Havuz medyası?

Çamur deryası. Mide bulandırıcı yalanların havada uçuştuğu, rezilliğin, ahlaksızlığın her şeyden fazla kıymet bulduğu propaganda paçavraları.

15 Temmuz?

Erdoğan ve şürekasının son ferdine kadar bitirmeye yemin ettiği, bunu açıkça ilan ettiği bir sosyal grubu toplum nazarında nefret objesi haline getirip rahatça yok edebilmek için sahnelediği başarılı bir tiyatro. Güya esir alınmış Genelkurmay Başkanı’nın darbeyi önceden bildiğini ve ‘başarılı bir şekilde’ öne çekerek akamete uğrattığı’nı yazılı bir açıklamayla ilan ettiği, cumhurbaşkanının darbeyi saat kaçta öğrendiği gibi basit bir meseleye dair bile canlı yayında 4 farklı yalan söylediği bir tuhaf olay. Hala darbeyi saat kaçta öğrendiğini bilmiyoruz Erdoğan’ın. Hangi gün öğrendiğiniz bilmiyoruz hatta. Kimden nasıl öğrendiğini bilmiyoruz. Cumhurbaşkanı eniştesinden öğrenmiş, başbakan arkadaşından öğrenmiş, o esnada MİT’te yemek yemekte olan Diyanet İşleri Başkanı karısından öğrenmiş falan. Böyle komiklikler. Yüzlerce insanın kanı üzerinde oynadılar bu oyunu. Kendileri için canını ortaya koyan iki yüzden fazla insanı, bilerek ve isteyerek, gözlerini kırpmadan ateşin önüne attılar.

Ülkeye cehennemin kapılarını açan meşum bir geceydi 15 Temmuz. Daha askerler köprüye çıkıp şerit kapattığında belliydi ne yapılmak istendiği. Barizdi. Daha uçaklar havadayken tuhaf bir şekilde ‘suçlu’ tespit edildi. Daha sabah olmadan saldırılar, yağmalar, kovmalar başladı. Sonrası malum. Herkesin işine geldi bu durum. Kimi yüz yıllık hıncını alma, kimi on yıllardır bastırıp durduğu kıskançlığını dışa vurma fırsatı buldu. Toplumun her kesimi bu sosyal soykırımda kendine göre bir fayda gördü. Bir kaç aykırı ses, bir kaç cesur adam hariç de kimse ses çıkarmadı. Çok katilli bir cinayet bu. Herkes bir kurşun attı. Kimi direkt çıkardı silahını vurdu, kimi cinayeti destekleyerek vurdu, kimi de sessizliğiyle vurdu. Galiba en acısı da bu oldu.

Meriç?

Hüzün ırmağı…

Her zulmün bir sembolü var, Meriç de bu dönemin sembollerinden biri olarak anılacak ileride. Ege, minik Feridun’un gözleri, Meriç de küçük Enes’in kardeşine sarıldığı o fotoğraftaki içten gülümsemesi bende. Çok ağıtlar yakılacak üstüne, çok romanlar yazılacak. Çok ağlattı, çok ağlatacak.

Kırgınlıklarınız?

Var tabii, olmaz mı? Hayata dair pek çok şeye bakışımı değiştirdi bu süreç. Vatana, vatanlara, millete, milletlere bakışımı değiştirdi. Geçici, hissi bir his kaybı mıdır bu yaşadığım, yoksa zaten olması gereken yere biraz zor ve zahmetli bir yoldan mı ulaştım bilmiyorum. Ama hissetmiyorum artık işte bir şey. Olan bu.

Çocukluğumun geçtiği sokaklara, okul çıkışında top oynadığımız sahaya, Vazo’ya, Ilıca’ya dair bir şey hissetmiyorum. Ne Konak, ne Alsancak, ne Göztepe’nin sıcağı, ne Örnekköy’ün ayazı o eski hisleri vermiyor artık bana. Kuruçay yollarına gömülüp gitti sanki her şey. Bebek’in sahili, Emirgan’ın esintisi, Ortaköy’ün camisi silinip gitti zihnimin ufuklarından. Zihnimden silinmese de, hislerimden silindi. Kayboldu. Yok. Burnumdaki o eski sızı, içimdeki o eski kıpırtı yok artık.

Belki iki sene sonra dönüp bu röportajı okuyunca nasıl da anlık duyguların esiri olup böyle konuştuğuma hayret edeceğim, belki bundan 20 sene sonra hala aynı şeyleri hissetmeye devam edeceğim, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bunu, bunları umursamayı artık bıraktığım. Üstad’ın, ‘Kuvvetinin bir kısmını sağa, bir kısmını sola gönderip merkezi boş bırakan kumandan’ kıssasındaki hisseyi biraz geç aldım ben belki. Belki hem geç oldu, hem güç oldu. Ama galiba artık oldu..

14 COMMENTS

  1. Cemaatinizden biri değilim, hiç yakınlık kurmadım, hiç yakınlık duymadım. Sosyolojik bir merakla, anlamaya çalışarak izliyorum sizleri. Yakınlık duymadan, ve ama hakaret etmeden. Özgürlükçü ve demokrat kulağa çok hoş gelen ifadelere rastlıyorum burada yayınlanan makalelerde. “Bizler farklıydık. . .” demeğe getiriyor pek çok makale yazarı, “Bizler, ülkedeki sığ, geleneksel, Müslümanların önünü tıkayan dinsel yorum ve pratikleri aşan, bilgiye, adalete, hakkaniyete, özgürlüğe değer veren bir camia idik. .” demeğe getiriyor.

    Başta gazeteci ve akademisyen olan arkadaşlarınıza basit ama anlaşılır bir sorum var: Hizmet’in medya ayağında öne çıkmış isimlerinin şimdi yazar oldukları TR724.COM adresli internet gazetesinin YAZARLAR kadrosunda kaç isim yer alıyor? Bu yazarlar arsında bayan yazar saysı kaç? Merak edeniniz oldu mu? Ben merak ettim ve saydım. 39 yazarınız var. İkisi dışında hepsi erkek. . .

    • Arzetmeye çalışayım:
      1) Bi defa Türkiye’de kadını sayma ve değer verme konusunda en ileri grubu gözlemlerime göre Hizmet erkekleri oluşturur. İstisnalar kaideyi bozmaz.
      2) Yazmak, düşünmek Hizmet’te maalesef sadece kadınlara değil erkeklere de yakıştırılmamış bir olgudur. Çünkü birçok şey zaten düşünülmüştür, doğru ve yanlışlar bellidir. Bizde gazete için yazma gerekliliği düşünce hayatına yön verme amacıyla doğmadı. Savunma amacıyla doğdu.
      3) O zamanlarda gazeteciliğe başlayanların erkeklerden oluşmasının muhafazakar kadınların gazeteciliği muteber bir meslek olarak görmemesine bağlayabiliriz. Türk medyası okuruna maalesef yırtıklık gerektiren bir habercilik sundu ve gazeteciliğin farklı olabileceğini düşünmek, hele hele muhafazakar genç bir kız olarak hem çok cesur olmayı hem de çığır açacak derecede zeka küpü olmayı gerektiriyordu. İstisnalar kaideyi bozmaz.
      4) Hizmet istese buna rağmen ittire kaktıra kadın yazar yetiştirebilirdi. Fakat o zamanlarda farklı kesimlerin bir araya gelmesi için bir seferberlik vardı ve Türkiye ortamında kadınlar ve erkekler bugün olduğu gibi bir araya getirilmesi gereken iki farklı kesim olarak algılanmıyordu.
      5) İlerleyen zamanlarda yine erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da kapasitesi sezilenler kim bilir hangi büyük abinin dünyanın en ama en önemli projesine entegre edildi. Tam tersi de olmuştur. Bir hukuk mezunu olan Nihal Bengisu Cumartesi ekleriyle Hizmet kızlarının hayatına modayı sokacağına adalet ile meşgul olmaya devam etseydi belki de bugün moda aynasına değil, vicdan aynasına bakabilirdi. Ama tabii tesettürden girip topuklu ayakkabıdan çıkan cumartesi eki demek tiraj demekti. Tiraj demek Hizmet’in daha geniş kesimlere açılmasıydı veyautta paranın gözü kör olsun da olabilir.
      6) Hizmet kadını da Türk kadınıdır ve birçoğunda ilim öğrenme söyleminin arkasında kendi ayaklarının üzerinde durma vardır. Bu söylem de değil, anneler tarafından yıllar yılı uygulanan bir hipnoz olarak sosyolojinin, psikolojinin gözden kaçırdığı bir alandır. İlim istenmiyor, kendine yakıştırılıyor. İstisnalar kaideyi bozmaz.
      7) Türk kadını gibi Hizmet kadını da Youtube’un da etkisiyle pastadan, börekten, misafiri en en iyi ağırlamaktan, tepesi atınca alışveriş yapmaktan başını alıp da devlete, millete insanlığa hayrı dokunacak düşünceler üretme peşinde değil, zamanın ruhu gereği erkek düşmanlığı yapmanın, erkeği hizaya getirmenin peşinde. İstisnalar kaideyi bozmaz.
      8) Bugün Almanya’da bir gazete olsa ve yetişmiş bir gazeteci kadın olsa hemen başına konur, yetişmemiş olsa ittire kaktıra konma ihtimali de var tabii. Çünkü nasıl ki bir zamanlar Türkiye’de gazetede bir Ermeninin, Rumun, Alevinin yazması bir artı değer katıyordu ise, bugün de Almanya’da kadın gazeteci dehşet bir artı değer katar ve bu fırsat kaçırılmazdı.
      9) Savunma psikolojisi ile şirin görünmenin değil de samimiyetin Hizmet’e yön verdiği bir zamanda Hizmet’in aslında kadın gazetecilere karşı olmadığı anlaşılacaktır. Tek sorun şirin görünmenin sebebini unutup bunu karakter haline getirenler. Onlarla baya işimiz var.

    • Ilgincmis. Neden acaba? Yeterli donanimi olup yazmak isteyene engel olundugunu sanmiyorum. Belki de bir yetersizlik var o konuda. Gercekten gozum bayan yazarlara fazla alisik degil. Sadece farkli kesimlerden o tur yazarlar oluyordu. Simdi cogu yazdiklari gazeteye dusman taraftalar.

      • Engel olunsaydı Büşra Erdal diye bir gazeteci olmazdı. Sayılarının az olmasını evvela Türkiye insanının saldırgan ruh halinde aramak gerekir. Türkiye’de erkekleşmiş gazeteci kadınlar bu saldırganlıkla baş edebiliyorlardı, muhafazakar toplumdaki kadınların erkekleşme süreci henüz tamamlanmadığı için insanların bu gibi mesleklerden çekinmesi ve orayı erkeklere bırakması çok doğal. Hatırlayın Büşra Erdal’ın Ali Bayramoğlu’nun sözlü saldırısına maruz kaldığı günleri, emniyette çıplak aranmasını. Bu insanlar muhafazakar kadının hassasiyetlerini bilerek bunu yaptılar. Avrupa’da yaşayan Türklerin çoğu bilir, Türkiye’deki saldırgan erkek tavrıyla normal bir erkeğin başa çıkması bile kolay değildir.

  2. Bu kadın meselesini Engin Beye de soralım. Şuana kadar bir kadın ile röportaj yapmadı. Kendisi de kabul ederse Emine Eroğlu ile bir röportaj yapmasını bekleriz.

    • Bence ve gözleyebildiğim kadarıyla, Cemaat’in kadınlara yönelik algı ve tutumu ile, Cemaat’in çok ilerisine geçtiğini öne sürdüğü Türkiye’deki gelenekçi anlayış ve yapılar arasında hemen hiçbir fark yok. İsterseniz TR724.COM’daki 39 yazar arasında arayın kadınları, isterseniz KITALARARASI adlı sitede Kasım 2017 ile Nisan 2018 arasında yayımlanmış 25 makale yazarları arasında arayın (bu 25 makalenin hepsi erkeklere ait), isterseniz Sızıntı Dergisi’nin yerini aldığı söylenen Çağlayan Dergisi’nin 25 yazarı arasında, isterseniz F. Gülen’in çevresinde ya da karar alıcı konumundaki daire içinde, isterseniz Gülen Cemaati’ne yakınlığı ile bilinen medayada çalışmış olan program yapımcıları vb. arasında arayın. Sonuç çok açık biçimde ortada: Cemaatiniz, bu açıdan, tıpkı diğer cemaatler gibi. Benim bu konuya dikkati çekmek için yazdığım o kısa mesaj, sizlere yönelik bir saygısızlık iması değildi, ya da buradaki yorum köşesini fırsat bilerek sizlerle bir polemiğe girişmek değil amacım.

      Benim eleştirel bir pencereden bakarak ima etmek istediğim şey şu ki, Cemaat’in Türkiye’de çok ayrı, çok biricik, çok ileri bir noktada olduğu fikrine hep birlikte ve hiç sorgulamadan inanmış olduğunuz savı. Belki erişmiş olduğunuz kitlesellik, belki erişmiş olduğunuz güç dolaysıyla (belki her ikisi birden), buna çok inandınız. İster kadın meselesi olsun, ister öndegelen başlıca toplumsal yaşam alanları; bilinegelen geleneksel ve ufuksuz cemaat guruplarından bir adım öndeydiniz, ama asla varsaydığınız ya da inandığınız kadar değil. Ben, kişisel olarak, cemaatinize gönül vermiş insanların büyük ölçüde iyi niyetli, barışcıl, bir askeri darbenin yanında saf tutmayı aklindan bile geçirmeyecek insanlar olduğunu düşünüyorum. Fakat aynı şeyi, Cemaat’in dar ve açıkça bilinir olmayan kapalı karar-alma mekanizmalarında yer alanlar için söylenemeyeceği kanısındayım.

      Fikir ya da izlenimlerimi oluştururken, şu ya da bu siyasi liderin, şu ya da bu ideolojinin sözcülerine kulak veren bir insan değilim. Türkiye’de hiçbir zaman var olmamış özgürlükçü sosyalist bir bakış açısına sahibim, dünyayı ve Türkiye’yi bu perspektiften anlamaya çalışıyorum. İnançsız, ama dindarlarına samimi bir saygıyla yaklaşan bir insanım. Vesayet rejimine karşı girişilen mücadelede dindarlarımızı çok sevdim, onların nihayet o otoriter-seçkinci, buyurgan Kemalist rejimin yıkılarak ülkenin ve insanlarımızın önünün açılmasındaki biricik rolü dolayısıyla dindarlarımıza gönül borcu duydum. Dönemin Taraf ve Zaman Gazetesi’yle yattım kalktım, ülkemin geleceği açısından muazzam bir iyimserliğe, tanımı güç bir sevince kapıldım. Dindarlarımıza yönelik sahip olduğum cehaletten ve eski önyargılarımdan içten içe utanç duydum, Mazlum-Der gibi sivil toplum örgütlerinden insanlarla karşılaşıp kardeşleşmenin şaşkınlığını ve sevincini yaşadım. Cemaat’e gönül vermiş bireylerle tanıştığımda, onların okumaya duydukları tutku ve entellektüel düzeylerine şaşırarak baktım, otoriter-ulusalcı sosyalistlerden ve bağnaz Kemalistlerden çok farklı olarak, söyleşmeye ve fikirsel düzeyde diyalog kurmaya yönelik bilgece tutumlarına saygı duydum, umut ve iyimserlik devşirdim. Bütün bunlar, vara vara insanı depresif kılan bir karamsarlığa kapı araladı zaman içinde. Sadece AKP liderliğinin değil, güce doymak bilmeyen Cemaat liderliğinin de samimiyetten ne kadar uzak olduğunu gördüm sayısız yaşanmışlık aracılığıyla. Cemaat’in “Başımıza ne geldiyse tek adam olma arzusundaki Erdoğan yüzünden geldi!” şekilndeki öyküsel anlatının hiçbir inandırıcılığı yok. Sizlerin değil, Cemaat’e gönül vermiş binlerce sıradan insanın değil, ama doymak bilmez AKP ve Cemaat seçkinlerinin çok büyük suçu var. Cemaatiniz’in bugününü ve geleceğini tartışıp yorumlarken, yalnızca kendinizi değil, dindarların sağduyusuna, adalet ve özgürlük inancına bel bağlamış dışarıdan insanların kanaat ve duygularını da bir nebze dikkate alın derim kendi payıma. Karşı karşıya bulunduğunuz tabloda bu kadar yalnızlaştırılmış iseniz, henüz yeni açıklanan Avrupa Paralemntosu’nun İlerleme Raporu’nda dahi isminiz bir terör örgütü olarak geçiyor ise, bunun tek nedeninin AKP propogandası olmadığını görebilin isterim. İktidar mücadelesi kirletir, kirletiyor. Bunun görülebilmesini temenni ediyorum. . .

      • O ilerleme raporunda bildiğim kadarıyla ‘Gülen Hareketi’nden bahsediliyor.
        Aslında bu röportajlar serisine bir zamanlar farklı düşünce dünyalarından olup da Hizmet’le aynı demokratik hedefler peşinde koşan insanları da katmak yerinde olurdu. Bu insanların Hizmet’e olan bakışında ne derece değişim oldu bilemiyoruz ve çoğu hapiste olan insanlarla olan irtibatımızın mahiyeti belli değil. Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Altan kardeşler, Nazlı Ilıcak gibi gazetecilerle, Şahin Alpay’la evinde, darbemtraktan bir ay sonra vefat eden Ahmet Selim’in ailesi ile görüşebiliyor muyuz, görüşmüyorsak sebebi zarar vermemek mi, vefasızlık mı, terslenme korkusu mu, bilemiyorum. Ama en azından Avrupa’da yaşayanlar olarak kendilerine zarar vermeyecek içerikle iyi niyetlerimizi belirten mektuplar gönderme gibi bir borcumuz var diye düşünüyorum.

      • Sayın BERN,
        1-Dünya ve Turkiye genelinde kadınların aldığı etkili rolün çok üzerinde bir orandadır ‘Hizmetteki Kadınların ” sorumluluğu… Hizmet kurumlarında orta ve üst düzeyde yönetici olan kadınların oranı dünya toplumunun çok üzerindedir. İlla gazetede yazar olmak zorunda değiller.
        2- Turkiyede son 30 yılda Üniversite okuyan Kadınların büyük kısmı Hizmetin direkt ve dolaylı katkısıyla üniversiteye gitmişlerdir. Sosyal demokratlar bile kızını başka bir şehre göndermeye hazır olmayan bir toplumda “Hizmetin kadındaki eğitime” önem verme konusunda toplumun çok.önündedir. Bunu somut olarak da ispat edebilirim. Ama daha iyi olabilirmiydi?tabiki herşeyin daha iyisi olabilirdi. Ama bir olayı ve olguyu değerlendirirken mevcut şartlara ve emsallerine goire degerlendirebilirseniz sağlıklı olur.
        Bugün kendini çok modern olarak tanımlayan geniş sosyal gurupların hangisinde kadının rolü nüfusun %50 si seviyesindedir ki? Bati toplumlarının da yarışı kadın ama idarecilerinin kacta maçı kadın dir?
        3- Hizmet kabiliyetleri ölçüsünde her gayret edenin onunu açmıştır. 24 yıllık gözlemim olarak.
        4- Hizmet Hareketi ; Dünya güç dengelerinin ve İhlaslı samimi müslümanlığa düşmanlığın hatsafhada olduğu, eğitimsiz ve ahlaki seviyesi yerlerde olan menfaat odaklı bir toplumun icinden, çok kısıtlı imkanlarla , zor ve kısa zaman içerisinde, bu anlamda YAPILABİLECEKLERİN ACIK ARA EN İYİSİNİ YAPMİSTİR.
        bana gore “mükemmellik kusursuz olmak değildir, en iyisi olmaktır ” bu külli kaide ye gore Hizmet Hareketi , benzeri olmayan tarihte hic bir devlet yada sivil toplumun yapaMAdığını en iyisi olarak başarabilmiştir. Hatalar, eksikler, yanlışlar tabiki vardır. Ama is yapıyorsanız hatasız ve eksiksiz yapmanız mümkün değildir. Bide çok zor şartlar aldindaysaniz. (Herkese, en iyi şekilde, en kısa zamanda,kit imkanlarla, düşmanlardan ve haset sahiplerinden koruyarak , kimseyi incitmeden , Hizmet Üretmek)
        5-Bugün Hizmet Hareketi, din ve insanlık düşmanları tarafından orantısız bir düşmanlığa, haksızlığa, soykırıma, hakaretlere, dışlanmışlığa Maruz kalmaktadır.
        6- Bu kotu durum, Hizmet gönüllülerinin çok büyük çoğunluğu tarafından ; Kaderin bir cilvesi olarak,sabırla ve sükunetle Allaha sığınarak atlatılması gerken bir durum olarak algilanilmaktadir. Hizmetin en büyük sermayesi “yetişmış insan” yapısıdır .
        7-Turkiyede ki her kurum ve organizasyonlar elden gitmiş olsa da, zor günlerde herkes maddi ve manevi sorunlar yasasada, yetişmiş kadroları bir rehabiliteden geçtikleri için , eskisine gore daha sağlıklı daha güçlülerdir. Kurum ve mekanlar küçük sorunlardır, ortam müsait olunca gerkirse hepisi bir kac yıl içerisinde açılabilir.
        8- Hizmet Hareketinin tabanida basta Hocaefendi olmak üuzere merkez karar mekanizmaları , gönüllerin çok büyük geneli olarak saygınlığını ve güvenirliğini korumaktadır.
        9- Ama eski konumlarını kaybetmiş bazı sesi çok cikan mutsuz azınlık , eleştiriyorum derken sacmalamaktadir. Canları sağ olsun. Hizmet Hareketi zaten her donemde kendi ic eğitim ve toplantılarında oz eleştirini yapmaktaydı. O gun konumunu kaybetmemek için susanlar bugün konuşuyor. O larında canları sağ olsun ama ben etik bulamıyorum, bu durumu.
        10- Hizmet Hareketi bilerek ve isteyerek hic ama Hicbir kimse ve kesime zarar vermemiştir, boyle bir niyet ve gayreti kesinlike olmamıştır.
        Dünya insanlığı, müslüman dünyası ve Turkiye için çok.ama.çok.önemli bir ÜMİT kaynağıdır. Bu değerin dah fazla zarar görmesi hic kimsenin yararına değildir.
        Saygılarımla

      • Bern zaten haklısınız, cemaatteki kadın yazarlar örneğini vermişsiniz, ergenekon-balyoz davalarındaki tutum bile cemaatin demokrasiden ne kadar uzak olduğunu gösteriyordu, insanlar zaten yapıyorsa özeleştiri yapıyor. sizin dediğiniz gibi düşünenler twitter vs olabilir ama genelde kıtalararası thecrl.ca kimse böyle düşünmüyor. Satın aralarında herkes geçmişe dönük pişmanlıklarını dile getiriyor. Şimdi dönüp bakıldığında tek bir cemaat yok zaten, daha düne kadar akp ile bu kadar iyi anlaşılması da aslında onlardan çok farklı olunmadığını gösterir. Bilgi-analiz-eleştiri-fikir lazım, buradaki röportaj verenler arada sonuçta bizde bilmem kaç sene bu ülkenin eğitim sisteminden geçtik ya da geleneksel islam bizi de etkiledi vs diyorlar , bu cümleler ile aslında şuan ki tarikat ve akp, mhp falan pek de farkımız yok, bizde onlar gibiydik anlamına gelen cümleler işte. Ne yaptıysa cemaat kendine yaptı, cemaat işten çürümese kokmasa bunlar olmazdı. Eğer akp cemaate savaş açmasa maalesef akp-cemaat ortaklıklığı Allah bilir nereye giderdi. Neyse ki Akp bu yolda yol arkadaşına ihanet etti, şükür ki biz de o yolda çıktık, ama gene de düne kadar çok rahat akp ile yürüyebilenler hep en üst tabakalarda olduğu için onların zihniyeti de değişmemişti.

  3. Bugüne kadar okuduğum yazılar arasında bana en çok hitap eden yazı. Sıtkı beye teşekkürler, Engin beye tebrikler! İyi iş çıkardınız, Allah muvaffak kılsın!

  4. Bir soruda SITKI beye ben sormak isterdim.SINIRLI bir para ile SINIRSIZ ihtiyaclarin karsilanmasi Ekonomi ise ; Hizmet hareketi Toplumdan toplanan Himmetlerle mi ? büyüdü.
    Eger öyle ise bu büyüme saglikli bir büyümemidir?
    Bir de size inanan Türk toplumu cemaati himmetlere bogmus Belkide rüyasinda bile gelemeyecegi makamlari görmüs insanlar olarak Yurt disina ciktiktan sonra insanlara KIRGINlik adi altinda sitem etmek kazan dogururken iyide ölünce hikayesine benziyor.
    Ayete uygun davranarak verende O alanda diyene de rastlayamadim.
    Bu halktan kendinizi üstün gördünüz halada ayni durumdasiniz.YARISI OLIMPIYAT SAMPIYONU diyor Sayin SITKI bey.
    Elestiriye Katiksiz haram gibi davranmaktan cikin ,Gercek Mütavaziliginize dönün,Halinize sükür edin.Edinki imtihan basarili olsun.

  5. Merhaba’ lar ,
    Sıtkı Bey’ in samimiyetine inanmamak mümkün değil ama aşk gözünü kör etmiş. Allah aşkına Sıtkı Bey soruyorum size :
    1. Medya tamamda , Kaynak holding çok mu gerekliydi. Toplanan himmetlerle holding kurmak ve bu holdingin etten süte, kırtasiyeden askeri yazılıma yapılanmaya gitmesi neyin nesiydi. Hangi kafa bu şirketi kurdurdu ve diğer holdingler gibi her dala dadanan bir hale getirdi.Hangi parayla bu holding bu kadar büyüdü. Madem holding kuracak para vardı niye gariban memur durmadan himmetde himmet tırtıklandı. Himmet deryasında yüzüldü..
    2. Bankacılık işi hizmeti en çok sıkıntıya sokan iş oldu. AKP direk 28 Şubatçıların İhlas’ ın başına getirdiği itibarsızlaşmayı(kendi saçma yatırımlarıda bunu tetikledi) cemaate yaşatmak için bankayı batırmaya cemaati ordan itibarsızlaştırmaya çalıştı. 28 Şubatta BanAsyada batırılmak istenmişti bundan bile hiç ders alınmadan banka daha da büyütüldü. Banka öyle yada böyle faiz demektir ki BankAsya’ nın bir dönem yönetiminin kurumların mevduatına sabit faiz oranı ile talip olduğunu da çok samimi bir arkadaşımdan duydum.Yok olamaz dedikçe yemin etti. Bir kurumun finans müdürü kendisi.
    3. Cemaatin Milsoft gibi askeri yazılım üreten bir şirketi neden vardı? Bu çok ilginç gelir bana..Başka ne işler yapmıştır acaba. Mesela MoBESE işinin ne kadarını yapmıştır.
    4. Darbe’ de AKP ve bürokratlarının nasıl davrandığını güzel yazıyor cemaattekilerde , cemaat asker imamı Adil Öksüz’ den , Kaynak Holding 2. adamı Kemal Batmaz’ dan, tescilli cemaat yazılımcısı Harun Kuniş’ ten , Turksat’ ı basan askerle hareket eden sivil memurlardan hiç bahsetmiyor. Cemaatle öyle yada böyle yolu kesişmiş insanların aynı gün hep birlikte Akıncılar üstüne tarla bakmaya gittiklerine inanacak zekada müridi anadoluda bile hiçbir tarikat bulamaz.Buna inanan lise,Üniversite mezunu cemaat mensubu varsa önce aklını, sonra kalbini bir kontrol ettirmesi gerekmez mi?
    5. Darbe’ den önce Adil Öksüz Amerikaya neden geldi. İlahiyatçı kaç kişi yılda birkaç kez Amerika ziyareti yapıyor bu ülkede. Aldığı para bu ziyaretleri yapmaya yeter mi ? Kemal Batmaz ve Adil Öksüz Amerika’ ya geldiklerinde nerde kaldılar ? Cemaat AKP’ nin Amerikan Hükümetinden talep ettiği bu bilgilerin verilmesi için kamuoyu , lobi faaliyeti yapmayı düşünüyor mu ? AKP’ nin amacı cemaati mahkum etmek ama istediği şeyde gerçekten bir delil. Tersi çıkarsa da darbeye katılmamanın izahı kolay olacaktır.Tanımam bilmem yerine HE , Amerikan hükümetinde bu arkadaşların sinyal izlerinin hareket dökümlerinin Türk Hükümetine verilmesini , kamuoyuna yayınlanmasını talep edebilir mi?
    6. 80′ ine dayanmış Hocaefendi kaptanlık yapsa gemisine,arabasına,otobüsüne binermisiniz ? Milyona ulaşmış mensubunu batıran bir kaptanı öven tayfaya mazideki güzel günleri hatrına anıyor demek dışında ne denebilir? 4 – 5 yıllık süreçte hiçbir akıl üretememiş, durmadan sürecin kötüye gitmesine Bamtelleri sosyal medyadaki beyin yıkayıcıları ile istemeyerekde olsa sebeb olmuş bir kaptan mı süper kaptandır? Belki yaşlılığı buna neden oldu ama erdem zaten jubileyi zamanında yapabilmektir.Herkes diyorki AKP bunu zaten yapacaktı. Madem zaten yapacağını biliyordunuz o kadar büyük güç eldeyken ne önlem aldınız?Neden şeytanın gücüne güç kattınız? Şerrinden korunmak için destek verip iyice büyüttük savunması yapmak ne kadar mantıklı ?

    Hayatta şahit olduğum birkaç olay bana gösterdi ki:
    Büyük ve gizli hedefleri olanlar bunları gerçekleştirmek için uzun süre sabrederler ve fırsatını bulduklarında veya bir nedenle köşeye sıkıştıklarında büyük kitleleri riske atmak pahasına elindeki tüm kartları oynarlar. Etrafınızdan özellikle büyük kandırılma hadiselerini araştırın beni daha iyi anlayacaksınız. İflasın eşiğine gelen bir esnafın 20 yıldır kimsenin hakkını yemeden etrafında kurduğu güven ağını nasıl istismar eddip açık çek alıp kendisiyle birlikte hepsini batırdığını görmüşlüğüm var. Kendi batarken herkesi batırmış bir tanesi kendi üzerindeki lüks daireyi, arabayı eşinin yakınlarının üzerine geçirip kurtarırken aynı caddesindeki 20 esnafı dilenecek hale getirdiğini, senetlerini mafyadan toplamaya çalıştıklarını görmüştüm. Cemaatin tabanı olarak halen Türkiye’ de olan bizlerin durumu hep o caddedeki 20 senelik temiz geçmişi olan dolandırıcıya açık çek, senet veren iyi niyetli esnafın durumuna çok benziyor. Bu gerçek hikayedeki 20 senelik temiz geçmişi olan esnafın ( sonrası yukarda) cemaatte kimlere uyarlayacağınıza siz karar verin lütfen.. Sıtkı abi gibilerde bu hikayede 20 senelik (cemaatte bu süre 35-40 sene) temiz komuşusundan batarken zarar görmemiş , bir şekilde hep iyiliğini görmüş samimiyetine inanmış diğer esnaflar…Çiftlik bankı savunan mudi , Jetfadıl’ ı savunan mudi varsa kaptanın hatası olmadığını savunan abilerin olmasıda çok normal geliyor bana…

    Ali Bulaç gibi bütün yazdıklarım bugünkü verilere göredir, yarın başka veriler çıkarsa o zaman tutar herkesten özür dilerim…

    “Sebep olan yapan gibidir.”

    Saygılar,
    Ahmet

Comments are closed.