Engin Sezen, The Circle

Eski Ottawalılar çok iyi tanır, Allah gani gani rahmet eylesin Yağlıdereli bir Seyfullah amcamız vardı. Kanada’ya gelen ilk Türklerden…

Seyfullah amcayla çok yakın oldum. Beraber yedik içtik, bana yardımları çoktur. Herşeyden evvel de içidışı bir, kalender, hoşsohbet bir insandı. İyi bir hikaye anlatıcısıydı…

Meşhur bir hikayesi vardır:

1980 İhtilalinden sonra Türkiye’den yüzlerce solcu sağcı Kanada’ya geliyor. O zamanlar vize sorunu yok. Yani bileti alan kapağı Kanada’ya atabiliyor.

Bu solcu ve ülkücü gençler için Kanada sadece bir durak. Amaçları burdan Amerika’ya geçmek. Bunun için de adres daha önce ormancılık yapmış olan Seyfullah amca.

Cuma akşamı Montreal havaalanına inenler, doğrudan iki saat uzaklıktaki Ottawa’ya geliyorlar ve Seyfullah amcayı buluyorlar. O da onları iki akşam misafir edip Pazar günü Amerika’ya gönderiyor.

’Yaman uşaklardı her biri. Zıpırı da vardı, mülayimi de’’  diyor Seyfullah amca.

Parkaları sırtında, pala bıyıklı, gözleri endişe ve korkuyla parıldayan gençler bunlar… Anadolu çocukları… çantalarında sadece tıkabasa doldurdukları kitapları var. Okuyacaklar, aydınlanacaklar, aydınlatacaklar…

Kendilerini Amerika’ya atmak, ordaki birkaç yoldaşıyla buluşmak, kucaklaşmak için heyecanlanan bu gençler, o iki gece boyunca bol bol kitap okurlar…Kendi aralarında uzun sohbetlere girişirler.

‘’Gece ışık sabahlara kadar sönmezdi’’ diyor Seyfullah amca.

’Çok idealist, prıl pırıl gençlerdi. Hop oturup hop kalkarlardı. Bense onların bu hallerine yanıyordum. Nasıl olur da memleket bu öz evlatlarına bu gaddarlığı yapardı, diye düşünüyordum’’ diyor.

Bu gençlerin niyetleri, biraz Amerika’da kalmak, dil öğrenmek, bir iş tutmak ve memlekette işler yoluna girer girmez de Türkiye’ye geri dönmekti…Analarına, yavuklularına döneceklerdi. Kimisinin hayallerini Boğaz’ın serin ve ışıltılı suları, kimininse köylerini çepeçevre kuşatan dağları süslüyordu. Sular elbet birgün durulacaktı ve ülkücüsünden solucusuna bu gençler vatana hizmet için bir gün döneceklerdi!

‘’Sonradan yerleşikleştiler buralara da hemen hemen hiç biri dönemedi’’ diyordu Seyfullah amca.

’Kaldılar oralarda, New Jersey’de, Long Island’da, NewYork’ta. Hepsinin eli bir iş tuttu. Sersefil olanlar da çıktı aralarında elbet. Karun gibi zengin olanlar da! Benzinlikler satın alanlar, çok sayıda restaurant açanlar, emlak kralı olanlar…O idealist, sabaha kadar Das Kapital okuyan, yüreği davasıyla kıpır kıpır olan insanlar gitti, patronlaşmış, kapitalistleşmiş Amerikanlaşmış adamlar geldi…’’ diyordu Seyfullah amca.

Ahmet Kaya’nın belki de o güzelim şarkıda anlatmaya çalıştığı bu olmalıydı: Olmasaydı Sonumuz Böyle!

Yeni ülkeleri, sığındıkları toprakları tavattun eden bu gençler, bugün 50’lerinde. Eski hallerinden, eser yok şimdi!

……

Refik Halit Karay’ın Şeftali Bahçeleri adlı şaheser hikayesini bilen bilir.

Orda da idealist genç Kaymakamın, tayin edildiği Anadolu kasabasına gittiğinde, zamanla ordaki tefessüh etmiş kültüre nasıl ayak uydurduğunu, hayallerinden, rüyalarından nasıl uzaklaştığını, o İmparatorluğu ayağa kaldıracak devasa idealizminden eser kalmadığını ne güzel tahkiye eder üstad!…

…….

1980’lerde Kanada’ya gelip de Amerika’ya geçmeyen, geçemeyen kimi solcularla ben de tanıştım Ottawa’da.

Hatta zahiren ayrı dünyaların insanları gibi görünsek de ‘gurbet’te en iyi dostlarım arasında oldu bu insanlar. Okuyan, sosyal meselelere duyarlı bu insanlarla belli bir yaş farkımız, dünya görüşü farklılıklarımız vardı ama ne iyi anlaşırdık! Evet zamanla Kanada, yeni ülkeleri onları değiştirmiş, olgunlaştırmıştı, o dünyalar kurtacacak, yeni dünyalar kuracak ideallerinin yerinde yeller esiyordu!  Yıllar öncesinin o eski solcu hallerine gülümsüyorlardı sadece. Kendileriyle rahatlıkla alay edebiliyorlardı!

…….

Üniversite yıllarımda da çok sayıda İslamcı arkadaşım oldu. DTCF’deki ders aralarında, kah Sıhhiye geçidinin altındaki üç beş iskemleyle mücehhez o dervişan kahvehanesinde, kah Zafer çarşısında buluşurduk bu ihvanla. Oturup kalkıp İsmet Özel okuyan üç beş arkadaş vardı aralarında. İslam davasını gaye-i hayatı yapmış üç beş Ankara Üniversiteli genç.

Anlaşırdık bir şekilde, zaman zaman aynı dili konuşur, aynı meselelere kafa yorardık. Ben onların evlerine, onlar benim kaldığım evlere gider gelirdik.

Şimdi bunlardan bir kısmı televizyoncu, gazeteci oldu. Kimi devair-i devlette iyi yerlere geldi. Milletvekili, belediye başkanı, danışman, genel müdür, rektör olanlar çıktı aralarından.

Daha düne kadar da görüşürdük bu zevatla!

Mesela 10 yıl önceki hallerini de bilirim. O zamanlar da canlı kanlı, diri Müslümanlardı. Haktan hukuktan söz ederler, işe otobüsle gelip giderlerdi.

Keçiören, Yenimahalle gibi semtlerde sakin ama onurluca bir hayat yaşamaya çalışan bu İslamcı arkadaşların bugün sekreterleri ve şöförleri var.

Başörtüsü davasında en önde koşanlardan biri bir mankenle evlendi mesela.

Yazlıkları, kışlıkları ayrı bu arkadaşlardan bazılarının. Bunlardan sevdiğim bir şair ‘ev alma’ hastalığına giriftar mesela bu aralar, mal mülk biriktirme, servetine servet katma hastalığına müptela bu şair, yazdığı köşe yazılarında hala yoksulluk içimizde edebiyatı yapıyor.

İtiyatlarıyla beraber, sosyal çevrelerini, mahallelerini de değişitirdiler. Kimi makam ve mansıbın esiri oldu. Kimi daha başka şeylerin…

İdealleri öldü… bugün dünyalık oyuncaklarıyla oyalanan koca koca adamlar haline geldi çoğu.

……..

Ülkücüler de bir uzun hikayedir. Acı bir hikayedir.

Ankara, Maltepe’de öğrenci evinde kalırken, evimizin hemen yanında eski ülkücülerle işletilen yanyana iki düğün salonu vardı. Komşumuz da olan oranın sahiplerinden birinden uzun uzun öğrenci olaylarını, davasından, düşüncesinden dolayı hapse düşenleri, öldürülenleri…ve yine diğer yandan bazılarının da yasa dışı yollara savrulduklarını, şuraya buraya temayül ettiklerini canlı hikayeleriyle dinlemiştim…

…..

Evet, idealler de doğuyor, yaşıyor ve ölüyor!

Özellikle Türkiye gibi ülkelerde devlet, idealist gençlerini, insanlarını bir süreden sonra çeşitli araç ve gereçlerle, tekniklerle ‘terbiye’ ediyor. Devlet Baba, ıslah-ı nefs eylemiş kimi okuyanlarının gönlünü sonradan bir şekilde alıyor, terbiye olmamış, arkası olmayan garibanlar ise küskün ve kolu kanadı budanmış şekilde hayatlarını sürdürüyor.

Bu terbiyevi sürecin sonunda da ‘idealler’ ölüyor, örseleniyor, bir başka baharda ‘dirilmek’ için rafa kaldırılıyor…Sonra, yeniden sil baştan…Tanzimat’tan beri böyle bu!

Ez-cümle…

Yukarıda söylenenler her hareket için geçerlidir. Üç aşağı beş yukarı hepimizin hikayesidir. Güç mücadelesine giren dönemin aktörü konumundaki yukardakilerin kavgasında aşağılarda, en aşağılarda ezilenlerin, hayalleri tarumar edilenlerin, rüyaları kabuslara çevrilenlerin hikayesi…

Bazen en zor imtihanlar, zorluk ve yokluk içinde değil, varlık içinde verilir. En iddialı olduğumuz yerlerde kaybederiz. Bir ideal için terk-i diyar edilir, gurbet ellere çıkılır…okyanuslar aşılır…sonra oralarda en sığ sularda boğulma tehlikeleri yaşanır. Şuna buna takılınır! Bazen bir arabaya, eve…bazen kimbilir başka neye!

Ve bir idealin daha vakt-i irtihali adım adım yaklaşır…ta ki ‘müfekkire rahmi’ndeki yeni ilkahlar, taze dimağlara çalınan mayalar yeni doğumlara, mefkürelere vesile oluncaya kadar!…

2 COMMENTS

  1. Hizmet icin de gecerli bu herhalde. Yillar once deliler gibi hizmet etmis simdilerde coluk cocuk pesinde kosan, is kovalayan ne kadar insan var.

  2. Hizmetin çoluk çoçuğa karışanı zengin olanı çoluk çocuğunu hizmete zengin olanı malını mülkünü hizmete verdiler yoksa başka türlü nasıl 180 ülkeye hizmeti götüreceklerdi istisnalar vardır

Comments are closed.