Zeynep Kaya, The Circle

“Pardon! Abla siz beni mi çekiyorsunuz?”

Bu cümleyle ortam buz gibi oldu.
Tam iki yıl önce miraç kandili günüydü.. Uzun zamandır sohbetlere katılmayan “ama cemaat de şöyle hata yapıyor, böyle yanlış da” diye cümleye başlayan, çok sevdiğim bir dostumu, rica minnet götürmüştüm  kandil programına…

17-25 Aralık fırtınasının koptuğu, üzerimize bir sis bulutunun çöktüğü zamanlardı. Arafta olanlar, kafası karışıklar, gözünü inandığı kişiye dikip o ne derse kabulümdür diyenler…

Siyasi gündemden uzak manevi atmosferi yakalamayı hedeflediğimiz bir kandil programındaydık. Keskin açıklamaların yapıldığı, cadı avının başladığı, insanların açıktan tehdit edildiği bir memlekette ne mümkün o manevi havayı yakalayabilmek!

Zehra Hanım, herzamanki gibi heyecanlı ve güzel hitabetiyle Efendimiz’in (sav) miracını anlatıyor, fakat birseylerden rahatsız olduğu, söyleyeceği kelimeleri toparlamaya çalışmasından anlaşılıyordu.
Duraksıyor, gözlerini açıyor.. Anlam verememiştim.
Kendisini, sohbetini uzun yıllardır tanıyordum. Sohbet erbabı, konulara hakimiyeti iyi, konsantre oldu mu akıp giden tatlı bir anlatım tarzı vardı.
2-3 yaşlarındaki oğlu ısrarla onu rahatsız etmediği sürece, sohbet ederken çocuk gürültülerine dahi aldırış etmeden devam eder, dinleyen kişileri de alırdı anlattıklarının içine..
Oğlu, çok hareketli bir çocuktu. Zaman zaman baş edemeyeceği boyutta hiperaktifligine denk geldiğimde “abla Yavuz ismi tecelli ediyor çocukta, bu ismi koymakla hata mı yaptık diye düşünüyorum bazen” derdi.
Yavuz’un anne ihtiyacının zirvede olduğu dönemlerde o, “hizmet” diyor koşturuyordu. “Hey gidi günler, tam koşulacak zamanlarmış” efkarının çökeceği zamanlar icin kefesini dolduruyordu.
Yoğun hizmet hayatı dolayısıyla, evladına az zaman ayırıyor ama bundan şikayet etmiyordu. “İnsallah düzelecek abla, dua edin geçecek bu zamanları, ben de biraz daha fazla zaman ayıracağım ona” diyordu. O gün kandil programına oğlunu getirmemişti. Sohbete konsantre oluşunu etkileyecek herhangi bir etken yoktu. Ortam sessizdi. Davetlim olarak katılan arkadaşım, tam Zehra Hanım’ın karşısındaki koltukta oturuyor, bir yandan sohbet dinlerken bir yandan da telefonuyla ilgileniyordu.
Telefonu Zehra Hanım’ı görüntüler pozisyonda dik tuttuğunu farketmemiştim. O sırada havayı buz kestiren cümle duyuldu.
-Pardon! Abla siz beni mi çekiyorsunuz?
-Ben mi?
-Evet! siz..
-Yooo neden çekeyimki! sizi tanımıyorum. Sohbetinizi ilk kez dinliyorum. Anlamadım neden sizi çekeyim ki!
-Telefonunuzu bana dogru tutuyorsunuz da tedirgin oldum! Acaba sohbeti kayıt altına mı alıyorsunuz?
-Hayır arkadaşıma mesaj yazıyorum.
-Tamam da telefonu bana doğru tutuyorsunuz anlayamadım..
……..
Zehra Hoca hızlıca sohbeti tamamladı mahcup bir edayla. Ne o anlattıklarından birşey anladı ne de biz dinlediğimizden.. Havada asılı kalan bu soru-cevap kısmından sonra, zihinler karmakarışık bir atmosfere teslimdi. Arkadaşımda derin bir suskunluk.. Gitmek istedigi her halinden belli..

Efendimiz’in (sav) miraca çıkışının anlatıldığı bir sohbette yaşanan bu hadisede ben, yanlış anlamayı düzeltecek birşey söylemeyi düşünemeyecek kadar şaşkındım.
İnsanların ruh hali, psikolojileri allak bullak olmaya başlamış, her ortamda ister istemez gerginlik yaşanıyordu.
Biz tam kapıdan çıkarken Zehra Hanım ağlamaklı bir ifadeyle bana: “Abla yanlış anlamayın ama sohbet yapan bir arkadaşımızın, sesini kaydedip ihbar etmisler.
Şimdi hapiste o arkadaşımız. Çok tedirgin oldum kusura bakmayın. Küçük çocuğum var, korkuyor insan” dedi.

İnsanları, tıpkı geçmişte olduğu gibi bir araya gelip, Kur’an okumaya, sohbet etmeye ve dinlemeye korkar hale getirdiler. Dini kitaplar suç delili olmaya başladı.
Bu hadisenin üzerinden kısa zaman sonra 15 Temmuz kontrollü darbesi oldu. Toplumu kontrolü altına almaya çalışan siyasiler, yapmak istedikleri cadı avını meşru bir zemine oturtmuş oldu.
Artık yapacakları zulümleri topluma anlatmalarına gerek yok, sadece bir tarihi işaret etmeleri yeterli..
Birini ihbar etmek için, sohbetini kaydetme lüzumu yok, insanların hayatları siyasi taraftar olan insafsızların iki dudağı arasına sıkıştırıldı.

Zehra Hoca mı? Küçük hiperaktif yavrusundan ayrıldı. Bir insafsızın ihbarıyla hapsedildi. “Dua edin abla inşallah bu günler de geçecek” sözleri kulaklarımdan,
hizmet aşkıyla dolu hali gözümden gitmiyor.
Sistematik ve düzenli bir şekilde annelere, hamile kadınlara yönlendirilmiş, acımasız, insani değerlerden yoksun, “soykırım” ifadesini rahatlıkla kullanabileceğimiz ifritten bir sürecin başlarında yaşandı bu hadise. Sohbet ortamında bir araya gelen insanların, nasıl bir psikolojide olduklarını yansıtması bakımından zihnimde yer etti. Sürecin başı böyleydi. Şimdi durum çok vahim.
Ben kısa bir süre sonra yurt dışına çıktım. Daha doğrusu terk-i diyar eyledim. Günden güne güvensizlik soluklanan bir ortamda yaşayamayacağımızı net olarak görüyordum. Ülkeme olan duygusal bağımın
kopmaya başladığını hissetmeme yeterli olacak kırılmalar yaşadım, yaşıyorum…

“HİÇ UNUTMAM” DİYE ANLATTIKLARINI UNUTUR MU İNSAN?

Burç FM’de “Şefkat Kahramanları” ismiyle bir program yapıyordum. Dinleyenler hatırlayacaklardır. Toplumun her kesiminden konuklar aldığım bir programdı. Akil (bu kavramın bile içini boşalttılar) diyebileceğimiz isimler gelip annelerini anlatıyorlardı. Annelerinin, kendilerini nasıl yetiştirdiklerinden, hayatlarına kazınan hatıralarla bahsediyorlardı.

Bir çok programda anılar tazeleniyor, konuklar çocukluklarına, gençlik yıllarına gidiyor, kimi zaman gülmeler kimi zaman da ağlamalar kaçınılmaz oluyordu. Bilinç altına yerleşmiş, çocuk yüreğinde yer bulmuş olumsuz hatıralar eskiye dair kızgınlıkları da beraberinde getiriyordu. Dindar ailelerde büyümüş olanlar, genellikle eskiye dair anılarından bahsederken, islami
konularda yaşanan kısıtlamaların kendilerinde tam tersi bir etki oluşturduğunu hatıralarla anlatıyorlardı. Şimdilerde iktidarla arasını iyi tutma pahasına zulümleri görmezden gelen, o zamanlar STV den çıkmayan bir isim, annesiyle yaşadığı acı bir olayı anlatmıştı. Okuyan, yazan bir çok kitabı bulunan konuğum,
evlerinde çok kitap olduğundan, bu kitapların bir çoğunun Bediüzzaman Hazretleri’nin risalelerinden oluştuğundan ve tehlikeli kitaplar kategorisinde değerlendirildikleri için, bir dönem annesiyle birlikte kitapları, evlerinin bahçesine gömdüklerinden esefle bahsetmişti. “Annemin gözlerindeki hüznü hiç unutamam” diyerek söze başlayıp anlattığı bu olayı kendi dünyasında mağduriyetler rafına yerleştirmişti. Daha sonra ise Risale-i Nur Külliyatının ne kadar kıymetli
bir eser olduğunu anlamasına, zihninde yer eden bu olayın yardımcı olduğundan bahsetmişti.

Süreç başlayıp saflar belirginleşmeye başladığında, programıma misafir ettiğim, aile hikayelerini dinlediğim ve dolayısıyla az çok tanıyıp çözümlediğim isimlerin şimdiki açıklamalarıyla,  programda anlattıkları anılarını yan yana koyup, söylemlerin arasındaki mesafeye bakıyorum. Bazıları için malum sözü söyleyebilirim; “İnsan gerçekten hayret ediyor”


Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kitaplarının gömüldüğü, yakıldığı, çöplere atıldığı süreçte, bu hatırasını anlatan isme bakıyorum bir umutla. Acaba diyorum; o üzülerek anlattığı çocukluk hatırasını hatırlamış mıdır?
Bir açıklama yapar mı? Zorba siyasal islamcıların “dava” öğretisini yasalaştırması karşısında, korkunç argümanları piyasaya sürmesine, cılız dahi olsa bir ses
verir mi? Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatının anlatıldığı kitapların çöplere atılması karşısında, bir şeyler söyler mi? diye kulak kabartmışlığım çok oldu. Fakat maalesef.. Hep hüsran..

O isimleri “Başkanın adamları” resimlerinde, gülmekten ağızlarını kapatamayan pozlarıyla boy gösterirken gördüm. O yüzden artık ne açıklamalarına bakıyorum, ne de söylemlerine..
“Yobaz” kelimesinin cisimleşmiş halini, bir dönem aydın diye baktığım ama düşünsel gelişiminin sınırlarını, birilerinin talepleri doğrultusunda
çizmiş olduğunu yeni anladığım kişilerde görmek üzücü..
Fakat bununla birlikte; baskıların ve seslerin birbirine karıştığı süreçte, cemaat içi fısıltıların yüksek sesle dillendirilmesi, yaraların çok derin olduğu gerçeğiyle yüzleşme acısının yanında, başımızı ellerimizin arasına alma refleksini doğurmalı.. Çünkü bu kadar zulüm karşısında, bize karşı tamamen sessiz kalan bir halk var. Güzel işler yapmayı planlarken, belliki hatalarımız olmuş. İnsan kazanma prensibiyle yola çıkıp, gönüllere soru işaretleri bırakarak mı girdik? Bunca
soykırıma, annelerin, bebeklerin hapislerde tutulmasına, insanların zulümden kaçarken ölmelerine karşı derin sessizliğin sebebi ne? Nasıl oldu da prensipte “insan kazanma” düsturuyla hareket ettiğimizi söylerken, pratikte bu kadar düşman kazanmışız. Ve nasıl oldu da kutsallaştırdığımız o “anadolu insanı” bu kadar zulme sessiz kalıyor.

Haksızlıklar karşısında çıkardığınız her ses sizi, yasal zemine oturtulmuş devlet terörüyle karşı karşıya bırakıyor, evet ama bu sessizliğin sadece korkudan olduğunu düşünmüyorum maalesef.. Bazılarının “cemaat şöyle yapmasaydı, böyle olmazdı” söylemleri de bana çok boş geliyor.
Karşımızda kötülüğe azmü cezmü kast eylemiş bir güruh var, hizmetin hataları olduğu için bitirme planı yapmadılarki; zaten hazır olan projelerini, cemaatin yanlış stratejileri ile daha kolay ve çabuk hayata geçirme imkanı bulmuş oldular. “Ne istediler de vermedik” derken bile, verdikleri herşeyi fazlasıyla alma hayalleriyle hareket ettiklerini ilan ettiler. Ayrıştırılmaya elverişli bir zeminde, başlattıkları cadı avının destekçilerini de buldular. 17000 kadın, 668 bebek ve yüzbinlerce insanın haksız yere zulüm gördüğü, işkencelerin, ölümlerin artarak devam ettiği bir ülkede;

Kimine gurbet, kimine hapis,kimine zalimin zulmünden kurtulmak isterken şehadet düştü. Gelen her kötü haberle yüreğimiz yanıyor. Allah (cc) herkesin yardımcısı olsun. Kendi ülkemizde “garip” olmak ne demekmiş yaşayarak öğrendik.

2 COMMENTS

Comments are closed.