Mehmet Akar, The Circle

Üç yıl kadar önceydi. Avrupa’da bir programda, bir hanımefendi sordu. “Masum, gariban bir annem vardı. Hiç bir kötülüğünü bilmiyorum. Vefat etti. Şimdi cehenneme mi gitti?”

Soru, öğretmen bir arkadaşımızın, iyi müslüman olmuş, dinini çok hassas yaşayan, çocuklarının ibadetini, hayatını çok ciddi takip eden Rus bir hanımefendi kardeşimize aitti. Soruyu Türk bir arkadaşı seslendiriyordu. 

Üzüldüm. Bundan böyle bu türlü durumlarla çok karşılaşabileceğimiz aklıma geldi. Artık nüfus cüzdanında Müslüman yazan bir halkın içinde yaşamıyordum. Hem doğruyu, hem durumun doğrusunu bilip söylemek lazımdı. Ezbere konuşmak olmazdı. Eskiden ilmel yakin konuştuğumuz birçok şeyi hakkal yakin yaşar olmuştuk. 

“Hukukullahı korumalı, ama bu kardeşimizi de olabildiğince incitmemeye çalışmalıyım” diye düşündüm. 

Dinin, itikada, ahirete ve ubudiyete taalluk eden böyle temel bir mevzudaki hükmü belliydi. Yani hocalardan birinin söylediği gibi “hükmü kimse bilemez” değildi. Konu hakkında yüzlerce ayet vardı, iman edip, salih amel işleyenlerin cennete gideceğini anlatan ve önce imanı söyleyen… Müteşabihattan olmayan muhkemata ait bu ayetlerin hükümleri de açıktı. Yani hüküm -o hocanın söylediği gibi değildi-alimlerin istihracına dayanmıyordu. Kaynaklara müracaat ettiğinizde konuyu izah eden yüzlerce hadis i şerifle de karşılaşabilirdiniz.

Önce kısaca herkesten çok Rabbimize ait olduğumuzu, Onun sonsuz merhametini ve mutlak adaletini anlattım, Nur mantığıyla ve Nur’dan cümlelerle… 

Sonra dinin bu mevzudaki hükmünün açık olduğunu, cennete gitmenin birinci şartının iman olduğunu söyledim. İman ve salih amel, bir çok ayeti kerimede kurtuluşa erenlerin özelliği olarak geçiyordu. 

Konuyu bir misalle izah ettim. 

“Çok iyi matematik bildiğine şahit olduğumuz birisinin, üniversite sınavına girmeden ve öğretmen olmak gibi bir talepte bulunmadan, öğretmen olarak tayin edilmesini beklemediğimiz gibi, Allah a iman ile Onun rahmet kapısını çalmayan birisinin de inanamadığı cennete alınmasını bekleyemeyiz.” dedim. 

Böyle temel bir mevzuda bir Müslüman hislerine göre konuşamazdı. 

“İmansız İslamiyet vesile i necat olmadığı gibi, İslamiyetsiz iman da vesile i necat değildir.” Temel  hüküm buydu. Yaratıcısını tanımayan bir insan mahlukata iyi davrandı diye cennete giremeyeceği gibi, kelime i şehadeti de Arapça bir tekerleme söyler gibi söyledi diye de kimse cennete giremezdi. İmanın da, İslamın da lazımı, gerekleri vardı. 

Onun zulümden münezzeh Alim i Mutlak olduğunu da söyledikten, yani elimden geldiğince Hukukullah’ı muhafaza etmeye çalıştıktan sonra “ kime ne verilirse, ondan o kadarı beklenir” hakikatini hatırlattım. 

Yani bir lira verdiğiniz birisinden bin liralık bir karşılık beklemediğiniz gibi, zerreyi tartan bir adaletin de her insandan aynı şeyi beklemeyeceğini, mescid medrese köşelerinde yaşamış bir insandan beklenen mükellefiyetle, dini hiç duymamış veya yanlış duymuş bir insandan aynı kulluğun beklenmeyeceğini anlattım. Vicdanım, okuduklarım ve Maide suresinin 48. ayetinde geçen “herbirinizi verdiği şeylerle imtihan edecek” ifade i kutsiyesi bu mevzuda hüccetimdi. Ve kimin aklına, kalbine ne duyurduğunu sadece Allah bilirdi. 

Hem vicdandan imana açılan pencereler vardı. Vahiy bunlardan en kuvvetlisi olsa da sadece birisiydi. Akıl, latife i rabbaniye, acz i insani, fakr ı beşeri imana açılan diğer pencerelerdi. O annenin bunlardan birini değerlendirip değerlendiremediğini ancak kalplerin sahibi bilirdi. 

Bu mesele öteden beri İslam alimlerinin kalbini meşgul etmiş, Allah’ın merhametinin tecellisine mazhar olan o kalpler hem hukukullahı koruyarak, hem insaniyetten gelen şefkatle hükümlerini söylemişlerdi. Ve cumhur u ulemanın kanaati fetret devri insanının hanif hükmeyle muamele görebileceği ve ehl i necat olabileceği yönündeydi. 

Fetretin kelime manası kesinti, aralık, fasıla demekti  ve iki peygamber arasındaki peygambersiz zamanı anlatıyordu. 

Yani uzun zaman veya mesafeler, fert ile peygamber mesajı arasına girer de şahıs peygamberin ne getirdiğini duyup öğrenemezse bir şahıs ehli fetret olabilirdi. Belki Hz. İsa ile Peygamberimiz arasında yerel Peygamberler gelmiş, onların sesi o günün şartlarında sadece gönderildikleri topluma ulaşmış da olabilirdi. 

Şimdi adilane düşünelim. Dünün zaman veya mekan farkı mı peygamber mesajını duyup anlamanın önünde daha büyük bir engel, bu günün müslümanlarının hali mi? 

Kim bu baş döndürücü bilim çağında, sen ben kavgasından başka birşeyle meşgul olmayan, zırcahil, kelle kesen, ahlaki değerlerini yaşamayan, yalancı, hırsız, adaletsiz, kaba, kirli insanların dinini merak eder ve o dine girince aradığı şeyleri bulabileceğini düşünür?

“Bu toplumun dininde bir kıymet olsaydı, müntesiplerinde de kıymetli birşeyler olurdu” diye düşünmez mi? 

Evet, günümüzdeki haberleşme araçları, her bilgiye ulaşmaya yetiyor. Hayatın meşgalesi içerisinde, kaç insan,a öyle ciddi bir araştırmaya girip aradaki bu kalın duvarları aşabilir. 

Şahsi kanaatimi söyleyeyim. Bu zamanda bir çok insan ehl i fetret ve ehl i necat olabilir. Kimlerin ehl i necat olduğunu Allah bilir. 

Üstadımız da “Peygamber göndermedikçe Biz kimseye azap edici değiliz.” İsrâ Sûresi” sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. 

Bil’ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arîce, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” diyor. 

Üstadımızın, “irsal ittıla ile olur” tesbiti çok önemli… Yani peygamberin haberini almak, ne dediğini bilmekle olur, birisinin bir din  iddiasında bulunduğunu duymakla olmaz. 

Günümüzde İslamiyeti ve peygamberimizi duymayan insan var mıdır?

Yok denecek kadar azdır. 

O duyanlar ne getirdiğini ve ne dediğini bilerek İslam’ı reddediyorlar mıdır? 

Böyleleri de yok denecek kadar azdır. 

Öyleyse, iman esaslarını bilmese, o konu ile meşgul olmasa veya bazı yanlış şeyler düşünüyor olsa bile imam Eşari’ ye ittibaen biz de “onlar ehli necat olabilirler” deriz. 

İmam ı Gazali’nin tasnifi de bu konuyu izah adına önemli… 

O diyor ki, birinci gurup, hiç duymamış olanlar, bunlar ehl i necattır.

İkinci gurup, duymuş ama bilmiyor veya yanlış duymuş olanlar, bunların da ehl i necat olması muhtemeldir.

Üçüncü gurup, doğrudan şirke girmiş ve onu tercih etmiş… bunlar ehli küfürdür. 

Aciz bir insanı, kainatın sanii ve sahibi diye kabul etmek şirktir, küfürdür.

Belki de bazı hristiyanları karşınıza alıp, kalbinin rengini orataya çıkaracak sorular sorsanız,  Hz. İsa ya uluhiyet vermeyi kalben reddettiğine şahit olacaksınız. 

Böyle bir yanlışı aklen, kalben reddeden bir hristiyan Allah a iman hükmüyle değil, fetret insanı olma hükmüyle kurtulabilir. 

Rahmet i Rahman’ın bazı iyi insanları- Hatem üt Tai gibi- cehennemde kışta bahar yaratır gibi muhafaza etmesi de muhtemeldir. 

Cennetin de cehennemin de nihayetsiz dereceleri vardır. 

Hanımefendi, bu anlattıklarımla ikna olmuş, ümitsizlik azabından kurtulmuştu. 

Doğrusunu Allah bilir. 

Not: Hocanın, Süleyman Ateş’ten naklen söyleyip kabul ettiği cümle sohbetinin en felaket bölümlerinden biriydi. 

“Alemlere rahmet olarak gelen bir peygamber, bazıları onu kabul etmedi diye cehenneme gidecekse, nasıl alemlere rahmet olur?”

Peygamberin getirdiğini almayan, o elle gönderilen şeyden mahrum kalır. Onu kabul etmemek, o elle gönderilenden mahrum kalmak olduğu için hüsrandır. Şirke, küfte düşmüş, yoldan çıkmış bir topluluk, Onu kabul etmemekle Onun getirdiği kurtuluş reçetesini almadığı, düştüğü uçurumdan çıkmadığı için kaybetmiş olur. Haşa Peygamberin rahmet olmamasından değil… 

Bir cerbeze ile mağlup olmak ne kötü… Allah cc hepimizi korusun. 

4 COMMENTS

  1. Simdi bu yazinizda ne soylediniz!

    Sanirim ilahiyatcisiniz,hayatta en nefret ettigim sey bu ilahiyatcilarin ne dedigi anlasilmayan dili…Sizden daha acik konusan insanlara da-Kurucan-gibi bu hasimane ustun gelme cabanizda cabasi…

    Muslumanlar bile dinden bikmisken,islam ulkelerinden kacarcasina kurtulmak isterken,batida insanca yasayip,kotulukle isi olmayan bir insan cennete gidemeyecekse kim gidecek….Bunu Allaha birakalim,ama kimseyede artistlik yapmayalim,kendi hayatimiza bakalim,Allah rahmetlidir,kullarina azap etmez dedigi icin laflarinizi,egip bukup,dogruyu soylemek yerine ne diye insanlari igneliyorsunuz….Ahh keske sizin gibiler biraz sussa da hakikati acikca soyleyen insanlarin sesi daha cok ciksa…..

  2. hocam ahmet kurucan hocanın söylediği noktayla aynı yere geliyosunuz.farklı söylemeniz neyi değiştiriyor, sonuç olarak o hanımefendinin annesinin cennete mi cehenneme mi gittiğini bilmiyoruz Allah bilir diyoruz..

  3. Bu yazıda, gerek bilgi olarak gerekse metodolojik olarak farklı bileşenler söz konusu. O yüzden yanlış veya sorunlu olduğunu düşündüğüm noktaları burada dile getireceğim.
    1- Her şeyden önce, her ne kadar yazının içinde direk olarak geçmese de yazıyla kesinlikle alakalı olan ve hayati olan bir noktaya neşter vuralım. Diyalog adı altında yapılanlardaki güdüm, gerçekten sadece insanlar arasında hoşgörüyü tesis etmek mi? İnsanların Müslüman olması hiç hedeflenmiyor mu? Eğer bu sorulara yüzde yüz ve içten pazarlıksız bir evet diyemiyorsanız, insanlara bu konuda yalan söylüyorsunuz demektir. Yalan ise, münafıklıktan bir şube olup, Müslüman olduğunu söyleyen ve “hedefe giden her yol mübahtır” anlayışına karşı olduğunu iddia eden bir grup için ölümcüldür. Bu yazıda dile getirilen çerçevede konuşursak, eğer insanların ehl-i fetret oldukları ve cennete gidecekleri düşünülüyorsa, o zaman Müslüman olmaları (ihtida) bir gündem maddesi olmamalı. Eğer böyle bir gündem varsa ve bunda bir beis görülmüyorsa, o zaman da insanlara “öyle bir gündemimiz yok” denmemeli ve şuuraltındaki “Müslüman olmayanların cehenneme gidecekleri” düşüncesinin farkına varılmalı.
    2- Yazıda konuyla ilgili “yüzlerce” ayet ve “yüzlerce” hadis olduğu söylenmiş ama bir tane bile hadis veya ayet söylenmemiş, referans edilmemiş. Açıkça söylemek gerekirse, bir insanın salih amellerle dolu bir hayatı olmasına rağmen Müslüman olmadıysa cehenneme gideceğini ifade veya ima eden “yüzlerce” ayet ve hadisten sadece bir kaçını burada koymanız gerekirdi. Sohbet zemini olsa, bu noktada bir nebze anlayış gösterilebilir ama burada bir yazı söz konusu. İnsanları, Allah’ın kelamı ve elçisi ile aracısız bir araya getirmek asıl maksat olmalı, insanlar ile onlar arasına “âlimlerden” örülü bir duvar örmek değil. Haddi zatında o âlimlerin, bir ikisi hariç, kimler oldukları ve hangi eserlerinin nerelerine referans verildiği de bu yazıdaki açık uçlardan… Bu nokta niye önemli derseniz: “Onlar, Allah’ı bırakıp, hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabb’ler edindiler.” (Tevbe suresi, 31) ayeti ve “Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz.” (Buhari, Enbiya 50, 3456) hadisi birlikte düşünülürse, alimleri ve onların görüşlerini nereye oturttuğumuzu iyi hesap etmemiz gerekiyor.
    3- Yazıda ifade edilen doğruyu ifade etme endişesi, yazarın, burada söylediklerinin doğruluğu hakkında yüzde yüz emin olduğu intibaını uyandırıyor. Öyle mi gerçekten? Yani, âlimlerin konu hakkındaki görüşlerinin ne olduğu hususunda mı eminsiniz yoksa Allah’ın bu konudaki hükmünün ne olduğu hakkında mı yüzde yüz eminsiniz? Açıkçası, yazılanlara bakınca bende oluşan imaj birincisi yönünde. O yüzden de yazınızı yanıltıcı buluyorum. Ya âlimler yanılıyorsa ve hiç kritik düşünce süzgecinden geçirmeden ve Kuran’ın genel ruhu perspektifinde incelemeden aktardığınız bu görüşler size mahşer gününde sorulursa, o zaman da topu âlimlere mi atacaksınız? Emin olun o âlimler bu durumda, kopyacı zihniyette olan ve düşünmeyen, Kuran’dan kopup âlimleri kıble edinen sonraki nesilleri suçlayacaklardır.
    4- Üçüncü maddede söylediklerimin devamı mahiyetinde ve yazı içerisinde tekrar eden bir husus da “hukukullah” veya “hislerine yenilmeme” diye ifade edilen mesele. Bir iki örnekle meseleyi açmak istiyorum. Allah bir tane mi yoksa daha fazla mı diye bir soru sorulsa, cevabınız “âlimlerin ittifakla görüşüne göre…” şeklinde mi olur yoksa net bir şekilde ve ayet destekli olarak “Allah birdir” şeklinde mi olur? Aynı şekilde, namaz farz mı diye sorulsa, “âlimlerin görüşüne göre…” şeklinde mi cevap verirsiniz yoksa “namaz müminlere farzdır” diye ayet destekli net bir cevap mı verirsiniz? Son olarak, kurban farz mı diye sorulsa, “ayetlerde farziyet anlamında net bir çizgi çizilmediği için, kimi âlimlere göre…” şeklinde mi olur, yoksa ayet destekli net bir “kurban farzdır” şeklinde mi olur? Bu örneklerde ilk iki durumda net bir evet seçeneğine giderdiniz ve son kurban örneğinde ise belirsizlik olduğu için âlimlerin görüşlerine bakma ihtiyacı hissederdiniz. Net olan hususlarda, dini insanlara kolay göstermek için, mesela, namaz koşulunu yumuşatmayı düşünmezdiniz. Şimdi aynı sorgulamayı konumuza getirelim. “Hayatı salih amellerle dolu olmasına rağmen Müslüman olmamış kişi cehenneme mi gider” konusunda eğer Allah CC net bir ayet bildirdiyse, dini insanlara hoş gösterme takıntısı yapmamalısınız. En nihayetinde Allah’tan daha mı düşünceli daha mı merhametlisiniz? Eğer Allah bunu net ifade ettiyse, böyle bir konuda sergileyeceğiniz sapma, sizi de etrafınızdakileri de saptırır. Pekiyi, Allah CC bu konuda net bir çizgi çizmediyse, ki konumuz özelinde insanlığın vicdan pusulası sanki durumun böyle olması gerektiği yönünde işaret veriyor, o zaman Allah ve İslam adına konuşan bir kişi olarak net ve köşeli olmamak gerekir. Bu yazıda, bu iki halden ikisi de birbirine karıştığı için farkı fark ettirmek istedim.
    5- Mantık kuralı olarak, “p ise q” diye bir önerme, otomatik olarak “p değilse q değildir”i gerektirmez. Mesela “güneş varsa aydınlıktır” önermesi, otomatik olarak “güneş yoksa karanlıktır” durumunu gerektirmez, çünkü başka ışık kaynakları olabilir. Ama eğer ateş ve elektrik icat edilmeden önce yaşıyorsanız, sanki iki önerme arasında otomatik bir gerektirme var gibi gözükebilir. Şimdi, Kuran’da kimlerin mutlaka cennete gideceğiyle ilgili müjdeleyici ayetler varsa, mantıksal olarak, cennete gideceklerin sadece onlardan ibaret olacakları anlamına gelmez, ki bu yazıda da belirtilen ehl-i fetret vb. tartışmalar buradan çıkıyor.
    6- İnsanları farklı din ve meşreplerde yaratan bizzat Allah CC’dur (5/48, 11/118). Hatta, istesek de bütün herkesi aynı din altında toplayamayacağımızı, yani çeşitliliğin Allah’ın iradesi olduğunu ifade eden ayetler de vardır (2/272, 28/56). Farklı dinlerden olsalar da Allah katında mükafatlandırılacaklarını bildiren ayetler de (2/62, 3/113-115, 3/199, 4/162, 5/69, 28/52-54). Şimdi durum buyken, ehl-i fetret olsun olmasın, sırf Müslüman olmadıkları için birilerinin cehenneme gideceğini söylemek, Allah’ın bir takım insanları cehenneme gitsin diye yarattığını iddia etmek demek olur. Bununla beraber, cehenneme gitmeyi hak edecek insanlar elbette olacaktır, Allah hepimizi korusun.
    7- İman ve İslam’ın ikisi de gerek derkenki tavrı, acaba, Müslümanlara da aynı şekilde gösteriyor muyuz? Mesela namazlarını robotikleştirenler, dini sayılara indirgeyenler, Kuran’la ilişkileri hayatları boyunca son 10-20 sureyle kısıtlı kalanlar, âlimleri rab edinenler, dine hizmet adına insan hakları ihlali yapanlar… Bunlara da açık bir şekilde cehennemin varlığını hatırlatıyor muyuz?
    8- Konuya bir de tersten bakalım. Müslümanlar cennete mutlaka gidecek mi? Bu konuda da yine farklı şeyler söylenebilir. Yaptıkları amellerin tartılması, kalplerindeki imanın gerçek mi sahte mi olduğu (münafıklık), kendilerine verilenler ölçüsünde mesuliyetlerini yerine getirip getirmedikleri… Yani asıl mesele, Müslüman olsun olmasın, kimse akıbeti hakkında net bir yargıya varamaz. Normalde bu yazı bu konu hakkında değil ama bu iki konu ilgili. Dahası, yazıda anlatılanlardan sonra sanki otomatik cennet bileti kesiliyor havası oluşmasını engellemek lazım. (7/99, 3/131)
    9- Bir de meseleye cehenneme kesin gidecekler kapsamında bakalım. Kâfir diye nitelendirilenlerin akıbeti hüsran olacaktır. Ayrıca Kuran’da kâfirleri dost edinmeyin diye de ayetler vardır (3/28, 5/51). Ama bu konuda, her kâfirin (yani Müslüman olmayanın) aynı olmadığı vs. şeklinde yorumlar yapılır. Aynı şekilde, “o müşrikleri nerede bulursanız öldürün” (9/5) ayetini ve “onları ele geçirdiğiniz yerde öldürün” (2/191) ayetini, ait oldukları bağlam içerisinde değerlendiriyoruz ve mutlak anlamda Müslüman olmayan herkese genellemiyoruz. O zaman, Allah’ın tehdit ettiği katışıksız kâfirler (ki bunların ortak özelliği sadece Müslüman olmamaları değil, din ve vicdan hürriyetini yok etmeleri, müminlere ve Allah’ın elçilerine karşı öldürmeyi de içeren şekilde amel etmeleri, insanların Allah’ın mesajı ile buluşmalarını engellemeleri veya yanlış anlaşılması için her tür yolu mubah görmeleri, vb.) ile diğer türlü kâfirlerin aynı akıbeti olmayabileceğini de düşünmek gerekmez mi?

Comments are closed.