Gittiğinde böyle bir gurup vaktiydi. Gözlerin bulutluydu. Denizden rengini alan mavi gözlerin. Dudağında eşsiz bir tebessüm vardı, bu tebessümün ardında da bir dava adamı ciddiyeti ve nokta nokta ayrılığın burukluğu. Demek sen de gidiyordun. Ardından el sallarken akşamın karanlığı sarıyordu her yeri, sanki güneşini uğurluyordum.
Şimdi kaç akşam geçti?
Kaç güneş, gündüz zafer çığlığı atıp gece kabristanlığında can verdi? Sensiz uykusuzluk nöbetlerinde geçirdiğim bu kaçıncı gece?
Yokluğun uyutmuyor kardaşım. Aklıma geldikçe uzuyor gecelerim. Tekmeliyorum yorganı fırlayarak yatağımdan, beraber dolaştığımız sokaklara koşuyorum. Bin bir hatırayla gezerken kaldırımlarda ancak şimdi anlıyorum şairini “Kaldırımlar’ın.
sokaktayım kimsesiz bir sokak ortasında
yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum
Dertler derya olunca, özlem uyutmayınca, insan kaldırımlara koşarmış. Ve anladım kaldırımlar çilekeş yalnızların annesiymiş. Sesler kesilince ıstıraplı bir kunduranın tak tak seslerinde kaldırımlar dillenirmiş.
Şimdi ben de yürüyorum kardaşım avuç avuç içerek hatıraları. Süleyman Çelebi’nin makamından geçer, Hacivat’la Karagöz’e misafir olurduk. Biraz soluklanır sonra kalkardık. Günboyu öğrencilerinle yaptıklarını anlatırdın.
Zaman nasıl geçerdi anlayamazdık, ayaklarımız bildik istikametleri yürürken. Sonunda Hüdavendigar’ın huzurunda bulurduk kendimizi. “Sen dua et, ben âmin diyeyim, sonra ben dua edeyim sen amin de!” derdin. Benim duam hemen biterdi. Ardında seninki başlardı. Mavi gözlerinden dökülen göz yaşların, hiçbir hattatın meşk edemediği bir hatla, göğsüne doğru “bismillahirrahmanirrahim” gibi süzülürdü.
Sonra titrek dudaklarından “Elhamdulillahi Rabbil Alemin” dökülürdü. Bütün zerrelerin âmin diye sarsılırken ben hiçbir delilin anlatamadığı bir katiyette “Ey alemlerin Rabb’i sen varsın, olmayan bir şey halden hale sokar mı insanı böyle” derdim. Tek tek dua ederdin öğrencilerine onlar mışıl mışıl uykudayken. Şimdi Hüdavendigar mahzun gençlere geceleri dua edecekleri beklerken. Cuma geceleri ille okulunun bahçesine giderdik. Öğrencilerine bir daha dua ederdin kocamış ıhlamurun altında.
Yine bu ıhlamurun altındaydık seni çekemeyenlere kurtuluş temenni ederken. Senin gibi olamayanlar bıktırmışlardı seni. Bir âbide gibi yükseldin yüreğimde o akşam. “Benim gibisine nasip olur mu bilmem ama cennete gidersem Rabb’imden bu okulu isteyeceğim. Benimle uğraşanlar yine uğraşa dursun, ben her şeye rağmen öğrencilerime sonsuza kadar ilim içireceğim.” dediğinde bakışların enginlerden derindi, okyanuslar yaş olup gözlerinden damlarken.
Bu halini bir ben bilirdim, gece ağlayışlarını bir ben görüyordum. Geceleri niye öyle oluyordun bilemiyorum. Gündüzleri nereden bulurdun o enerjiyi. Hiç üzüldüğünü görmezdim. Dudaklarının gerildiğini asla. Gündüz semadan düşen yıldızlar gözlerine mi inerdi? O nasıl parlaklıktı öyle? İçi gülerdi gözlerinin ki gözlerim gözlerine değdiğinde içime hayat akıyordu.
Ya sözlerin…Yalın mert samimi. İsrafil’in suru olurdu bazen ümitsizlik üzerime ölü toprağı serperken, bazen Cebrail’in sesiydi sözlerin kelime kelime ruhuma istikamet verirken. Cennet tüllenirdi bazen ifadelerinde bazen de cehennem. Nasıl dengeliydi anlattıkların öyle? Ne insanı şımartan bir ümit ne de kahreden bir yeis… Ah kardaşım kaç kere bedbinliğin kararttığı ruhuma ışık oldun, kaç kere ümitsiz düşüşlerimde kol kanat oldun hatırlayamıyorum. Ama beni bir sarsışın var ki nefes aldığım müddetçe unutmayacağım. Bu ırgalayış aklıma geldikçe seni en güzel duygularla anacağım. “Alnıma sürdüğüm bu karalar temizlenir mi?” dediğimde. “Temizlenir elbet, tevbe kurnalarında.” demiştin. “Hangi kabule mazhar olurum ki bu kadar günahla?” dediğimde. O’nun, O’nun demiştim. Sonra bir daha yanına gelerek “Yine sürçtüm.” dedim. “Olur, insan sukutların ve suudların çocuğudur. Alçalışların ve yükselişlerin. Hakka bağlılık esastır. Zincirin uzunluğundan bazen insan yasak bölgelere de girebilir el verir ki boynundaki kulluk zinciri koparmasın.” Kaç kere böyle geldim sana? Kaç kere ümitle şahlandırdın yüreğimi?
Ta ki bir gün yine aynı dertle sana gelmiştim. Söylediklerim aynı şeylerdi ama sen bu seferde ifadelerimde nefsin sinsi yorumlamalarını sezecek bir firasetin sahibiydin. Ben henüz kuruntularımı bitirmemişken
birden gözlerinde, denizleri yutacak anaforlar oluştu. Şimşek şimşek çaktı bakışların. Elin “tokkk!” diye bir sesle indi kalbimin üstüne, sonra avuçlayarak elbiselerimden kendine çektin ve o güne kadar senden duymadığım bir tonda “Ben rahip miyim?” dedin. “Gelip bana günahlarını kusuyorsun, sonra günahlarından azat olmuş gibi, kilometereyi sıfırladım zannederek gidip aynı haltları karıştırıyorsun. İradenin hakkını ver. Sihirli bir değnek veya efsunlu bir havuz yoktur mükemmelleşmek için, yalnızca yolların ayırımında iradesini ortaya koymak vardır. İşte o kadar!” dedin ve yakamı bırakarak arkana bakmadan çekip gittin. İşte böyleydin, kaç kere karanlık umutlarıma ışık saçarken sevgiden sözlerle, kaç kere de böyle ensemden akrepler topladın.
Şimdi ensemde kim bilir kaç akrep kol geziyor, neredesin? Turladığımız sokakları dolaşıyorum şimdi sen neredesin? Sen hayatıma yeni bir dizayn getirmeseydin gecenin bu saatlerini farklı bestelerle sökerdim.
şurası göz göze geldiğimiz yer
şurası el ele tutuştuğumuz yer
Şimdi dolaştıkça sensiz, bin bir hatırayla dudaklarımda aynı beste farklı nakaratlarla.
şurası dua dua yalvardığımız yer
şurası göz yaşları döktüğümüz yer.
Ah kardaşım öyle işlemişsin ki ruhuma, şehrin her köşesinde öyle hatıralar bırakmışsın ki çağrışımlar beni günaha girmekten alı koyuyor. Bir dostluktu ki seninkisi hatıraları muallim şimdi bana.