M. Sacid Arvasi, The Circle
Nalbantoğlu o öğleden sonra yine cıvıl cıvıldı. Murtaza Kaçmaz, hakim Murtaza Kaçmaz bir banka oturmuş uzaktan akrabası ve yaşça biraz genç olan Hakim Serdar’ı bekliyordu. Bakışları karşıki banka oturmuş bir anne ve bebeğine takılmış orada sabitlenmişti. Nasıl bir sevgi halesiydi, nasıl bir şefkat atmosferi…Gülten’i hatırladı.
-
Nasıl da zamansız gittin. Onca yıl farkına varmamışım ama basbayağı evin direği de reisi de hizmetçisi de… Eee uzatmayayım her şeyi meğer sen mişsin? Şimdi gel gör halini evin, perdelerin, çiçeklerin?… Allah’tan çocuklar büyük, bebeğimiz yok. Yoksa sensiz nasıl üstesinden gelebilirdim. Şu karşıdaki bebeğe annesinden başka kim bakabilir, kim böyle bir şefkatle sarar bu masumu.
Gülten’in hayaliyle o kadar meşgül idi ki yanına oturan hırpani kılıklı adamı farketmedi bile. Adamın saçı sakalı bir birine karışmıştı. Elbiseleri yırtık değildi ama ahı gitmiş vahı kalmış cinstendi. Elinde yarım ekmek, İştahla onu yiyordu. O da karşıdaki anne ve bebeğini seyrediyordu.
Kadıncağızın dünya umurunda değildi. Arabaya yatırdığı bebeğe “ce’e!” yapıyor, her seferinde bebeğinden tarifsiz, tasasız, içten, hasılı bebekçe bir kahkaha yükseliyordu. Aslında seyircileri sadece hırpani adam ve hakim Murtaza Kaçmaz değildi. Neredeyse her dükkanın kapısına omuzuyla biri yaslanmış onlar da seyrediyorlardı. Bebek güldükçe onların da dudaklarında tebessümler çiçek açıyordu. Bir ara anne bebeğini kuçağına aldı. Sola doğru yatırdı. Bebek bu sefer annesinin baş örtüsü ile oynamağa başladı. O, örtünün ucuna eliyle vurdukça annesi “ay” diyordu. Annesi ay dedikçe bebek kahkahalar atıyordu. Son gülmesinden sonra annesi daha fazla dayanamadı: “Ay yerim ben seni yerim, yerim!” dedi. Bunun üzerine hırpani adam ağzında lokması olduğu halde bütün avazıyla bağırdı, “yıma babağı! Yıma!” gür avazı bir ses bombası gibi patladı. Yakınındaki herkesi korkuttu. Hatta birisi hopladı ve yere düştü. İstisnasız onu duyan herkes ani bir baş dönmesi ile ona baktı. Hakim de çok tedirgin oldu. Bebeği ile oynayan kadıncağız da“Ay bismillah” deyip hemen bebeğine sarıldı. Bunun üzerine karşı dükkandan biri hemen fırladı.
-
Hanımefendi korkmayın o bir meczuptur. Böyle delilikler yapar ama kimseye zarar vermez. Çoğu zaman ortalıkta görülmez. Buraya gelişleri nadirdir, ama malesef bugün size denk geldi.
Ardından hırpani kılıklı adam döndü
-
Suphi ayıp sana! Bak korkuttun hanımefendiyi.
Hirpani adam az önce sebep olduğu ufak çaplı krize aldırmadan ekmeğinden bir parça kopardi, iki çiğnedi yine ağzı dolu olduğu halde konuştu
-
Yımasın babağı yımasın. Yısa akşama ceylan kusaa!
Adam iki elini yana açıp dükkanına yöneldi, ben de kimi muhatap alıyorum dercesine “Allah’ın delisi” deyip başını salladı. Annenin de bebeğin de artık huzur kaçmıştı. Kadıncağız apar topar orayı terk etti. Suphi hiç oralı olmadı, iştahla ekmeğini kemirmeğe devam etti. Hakim Murtaza Kaçmaz bir müddet onların arkasından baktı sonra Suphi’ye döndü. Dudaklarında hafif bir tebessüm, yok yok alaylı bir gülümseme ile “Bebeği yerse ceylan kusar öyle mi?” Suphi birden ciddileşti, şapırdata şapırdata yaptığı çiğnemesini bıraktı. Avurtları şişkin bir halde kaldı. Hakim Kaçmaz’a döndü. Sert bir bakış attı yüzüne ve öylece kalakaldı. Öyleki hakim yine ürktü. Hatta kalkmayı bile düşündü. Suphi birden “O yısa ceylan kusaa, sen yısan domuz kusaan.” dedi. Ardından öfke dolu bakışlarını yüzünden çekmeden ayağa fırladı. Söylene söylene uzaklaştı. Hakim Murtaza Kaçmaz laf attiğına pişman oldu. Meczup olduğunu bildiği halde yine de canı sıkıldı. “Domuz kusmak”…lafı midesini bulandırdı. Yüzü buruştu. Elini midesine koyup oğuşturdu. Bu arada meslektaşı da gelmişti.
-
Hayırdır üstad bir rahatsızlığınız mı var?
Hakim Kaçmaz sağ tarafına baktı
-
Geldin mi? Yok yok midem azıcık yanıyor da…
Hakim Serdar etrafa bakıp tebessüm etti.
-
Üstadım buluşmak için burayı seçmenizin özel bir nedeni var mı?
-
Gülten burayı çok severdi. Fırsat buldukça buraya gelir, şu karşıdaki pastaneden profiteröl alırdık. Bugün hazır buraya kadar çıkmışken biraz nostalji yapayım dedim.
Sonra ayağa kalktı ve sağ tarafı işaret etti.
-
Şu taraftan. Sana masa sandalye yedirmeyeceğim. Hakiki pideli köfte yedireceğim. Müdavimi olacaksın buranın.
-
O ne demek üstadım?
-
Bilirsin işte…Bazı mekanların lüksünden, şatafatından gram eksik değildir ama köftesinde iş yoktur. Bu gideceğimiz lokantada durum tam tersidir. Mekanı mütevazidir ama köftesi şahanedir.
-
Göreceğiz bakalım.
Biraz yürüdükten üç katlı tarihi bir binadan içeriye girdiler. Anlaşılan Hakim Murtaza Kaçmaz buranın müdavimlerindendi. Gördüğü hürmet ve alaka bunu gösteriyordu. Kendilerini karşılayan garsona:
-
Neresi tenha ise oraya oturalım.
Özellikle bu süreçte ulu orta bir yerlerde görümmek istemiyordu.
-
İkinci kata alayım sizi o zaman. Biliyorum siz üçüncü katı seviyorsunuz ama malesef bugün orada bir kutlama var.
Gülten’le hep üçücü kata oturuyorlardı. Hakimin üçüncü kat sevdası buradan geliyordu.
İkinci kata çıkıp oturdular, siparişlerini verdiler. Masaya gelen salata ve piyazdan atıştırmaya başlarken koyu bir muhabbetin de mukaddimesini yaptılar. Önce Serdar başladı.
-
Bu akşam nöbetçi hakim sizsiniz değil mi?
-
Evet
-
O zaman tutuklamak size kalacak malesef.
-
Kimi?
-
Bahar Özşafak. F..Ö’den aranıyordu. Dün gece doğuma gelmiş, polisler kapısında bekliyor.
Murtaza Kaçmaz bir şey demedi. Bakışlarını masaya sabitleyerek hızlı hızlı iki kaşık önündeki piyazdan alıp ağzına attı. Konuşan yine serdar oldu.
-
Üstadım ne olacak böyle? Önümüze geleni tutuklayıp atıyoruz içeriye. Bir gün bunun hesabı olmayacak mı? Haydi diyelim bu dünyada kimse hesap sormadı, bunun ötesi olmayacak mı?
-
…
-
Düşünsenize o kadını, bir taraftan doğum sancıları, öteki taraftan bebeğini sağ salim doğurmanın telaşı, hepsinin üstüne de tutuklanmanın stresini yaşayacak.
Hakim etrafına bir göz gezdirdi, kimsecikler yoktu ikisinden başka.
-
Bulaşmyacaklardı azizim bu işlere. Neyinize sizin darbe yapmak, 249 insanın şehit olmasına sebep olmak…
Serdar’ın hayret dolu bakışları, hakimin sözlerini boğazında düğümledi.
-
Üstadım bunu particilerden duymaya alıştık ama siznden işitmek garibe gitti. Nerede suçun şahsiliği? Darbeyi bir gurup aşşalık asker yapıyor, kim oldukları ne oldukları henüz tam olarak ortaya çıkmayan. Ankara ve İstanbulda şehitler oluyor. Buna mukabil bize Türkiye’nin her ilçesinden ev hanımlarına varıncaya kadar darbecilikten insan tutuklatıyorlar. Hatta beş, altı senedir yurda uğramayan bazı öğretmenleri yurt dışından özel uçaklarla getiriliyor hem de eşi ve çocukları ile beraber.
Hakim Kaçmaz hiç memnun olmadı bunları duyduğuna.
-
Sen bunları her yerde söyleme.
-
Söylemiyorum zaten. Her sözümden önce sana çaktırmadan etrafa bakıyor öyle konuşuyorum, senin de öyle yaptığını görüyorum.
-
Serdar bey! Ben bu konuları konuşmak istemiyorum.
-
Ya bu konuları konuşmak istemediğini biliyorum ama konuşma dertleşme ihtiyacı hissediyorum. Vicadenen çok rahatsızım üstadım.
-
O kadar rahatsız olma. Bizim yerimize parti teşkilatlarından gönderilenler olsa…Biz hiç olmazsa onlar gibi davranmıyoruz. Hem ne dedi Hayreddin Karaman? Büyük bir topluluğun menfaatı için bir grubun zararına rıza gösterilir.
-
O öyle diyor ama bazıları da Hayreddin Karaman’ın ehliyetini yitirdiğini söylüyorlar. Bilgi cihetiyle değil, bilgisini kullanma cihetiyle ehliyetsiz olduğunu ifade ediyorlar. Tıpkı taraf tutan bir hakim gibi. Hem hangi grubun kime kurban olacağıma karar verme selahiyetine kim sahiptir ki?
Hakim birden ciddileşti.
-
Ya azizim! Boş ver! Böyle şeyleri cidden konuşmak istemiyorum. Biraz nefeslenmek için daireden kaçtık. Sen bize ne yaptırıyorsun gine.
Bunun üzerine ikisi de bir müddet sustular. Sessizliği yine Serdar bozdu
-
Üstadım yengenin yokluğuna alışamadığınız o kadar fark ediliyor ki…
Derin bir nefes aldı Hakim Kaçmaz.
-
Eee alışmak kolay mı? İki yıl oldu ama alışamıyoruz işte. Çok ani oldu rahmetlinin gidişi. Gerçi her ölüm anidir. Ama biz ailecek hiç beklemiyorduk. Maddi manevi sarsıldık.
-
Maddi derken?
-
Daha önce eve iki maaş giriyordu. Buna güvenerek taksitle ev aldık. Şimdi sadece benim maaşım var. Ev taksidi, üniversitede iki çocuk, lisede öbürü…çok zorlanıyorum. Mümkün meretebe nöbetçi kalıp aradaki farkı kapatmağa çalışıyorum ama nereye kadar bu tempo?
Bu minval üzere yemekler yenildi, kahveler içildi. Bir daha da mahkeme, hukuk, memleketle alakalı bir konuşma olmadı. Serdar bir iki sefer denediyse de o kapattı. Hakim Murtaza Kaçmaz böyle konuları çok çok mecbur olmadıkça konuşmak istemiyordu.. Restoranttta yeterli vakit geçirdikten sonra oradan ayrıldılar.
Hakim Kaçmaz akşamın beşinden beri dairedeydi. Saatine baktı. 21:45 gösteriyordu. Eşinin vefatımdam sonra en geç 10:30’da evde olacak şekilde nöbet tutuyordu. Zira liseye giden oğlunu yanlız bırak istemiyordu. Yavaş yavaş toparlandı çünkü evi daireye yarım saat uzaklıktaydı. Çantasını alıp odasının ışıklarını söndürdü. Adliye sarayından tam çıkıyordu ki bir polis arabası kapının önünde durdu. Öndeki polis memuru inip arabanın orta kapısını açıttı. Açmasıyla beraber bir bebeğin ağlaması kulaklara asıldı, tırmaladıkça tırmalıyordu. Memur hemen kundaktaki bebeği kucağına aldı. Bu bir bebek kundağı değil, adeta sesten, feryat etmekten ibaret bir bohçaydı. Arkadan bir kadının iki ayağı belirdi. Arabanın koltuğundan kendini kaydırarak zar zor zemine ayaklarını ulaştırdı. Ama doğrulamadı. Arabaya yaslanarak öylece kalakaldı. O kadarcık mesafe bile kadikalarını almıştı. Bayan bir polis memuru koluna girip kendisini doğrulttu. Diğer polisin kuçağındaki ses bohçasından çığlıklar gecenin karanlığında yankılanmağa devam ediyordu. Kadıncağız ellerini bebeğine uzatıp “bebeğim” diye bildi. Polis memuru itiraz etti.
-
İçeriye geçelim öyle vereyim, tutamazsın şimdi.
Kadın ayağını ileriye ancak bir karış uzağa atabildi. Atar atmaz da “ah!” diye inledi, yüzü ekşidi, dudaklarını ısırdı, yukarıya doğru boynunu uzattı. Sanki ayağına binlerce diken batmış, tarifsiz bir acı, bir burgu gibi ayaklarından başlayıp bütün vucuduna yayılmış sonra başından çıkıp göğe fırlamıştı. Kadıncağız da bu arada durmuş kesik kesik soluyordu. Bebeğini bir an evvel kucağına almak için bütün gücünü ayaklarına verdi ama yine ancak bir karış attı. Aynı acının izleri belirdi yüzünde. Hakim Kaçmaz bütün bunları gördü, ardından hızlı adımlarla içeriye girdi. Bu gidişle bu kadının adliyeden içeriye girmesi saatler alırdı. Telefonun kulağına dayadı. Kısa ve net cümlelerle konuştu.
-
Oğlum beklenmedik bir iş çıktı. Sen beni bekleme. En geç saat 11’de yatakta ol.
Sert adımlarla odasına yöneldi. Koridorda yankılanan ayak seslerinde bağıran kızgınlığıydı. Masasına oturdu. Dakikalar kendisine saat gibi geliyordu. Saat gibi geçen her bir dakika ile öfkesi biraz daha kabarıyordu. Nihayet kapısı çalındı ardından ellilerinde bir polis memuru içeri girdi. Hakim Murtaza Kaçmaz yerinden fırladı, daireymiş, resmiyetmiş umrunda değildi.
-
Ya kardeşim! Bunları bu saatte niye getiriyorsunuz? Hem halini görmüyor musunuz, sabahı bekleyemediniz mi?
Polis memumur bunu hiç beklemiyordu. Meğer onun da canı burnundaymış. Kan çanağına dönmüş gözlerini hakime dikti. Aynı uslüpla gürledi.
-
Hakim bey! Allah’ını seversen durumu bilmiyormuş gibi konuşmayın. Dün gece saat ikiden beri görevdeyim. Sabahı bekleyemediniz mi diye soruyorsunuz? Her saat başı parti başkanı tarafından arandım. Getirmemeyim de ertesi gün bana F..cü yaftası vurun, tutuklayın ağzıma …ın değil mi? Çok acıyorsanız buyurun hüküm sizin tutuksuz yargılayın nereye gitmek istiyorsa götüreyim.
Murtaza Kaçmaz normalde böyle bir terbiyesizliğe asla izin vermezdi ama bu sefer hiçbir şey demedi. Sadece sert bir bakış atmakla yetindi.
-
Zanlı nerede?
-
İçeriye girer girmez bebeğin alıp bir köşede emzirmeye başladı. Birazdan diğer arkadaş getirecek.
Dediği gibi de oldu. Kadıncağız bebeğiyle hakim Murtaza Kaçmaz’a getirildi. En fazla on dakikalık bir görüşmeden sonra tutuklamasına karar verdi. Odasından herkes çıktıktan sonra biraz bekledi. Çünkü koridorda bu kadınla bir daha karşılaşmak istemiyordu. Nihayet kadınla karşılaşmayacağına kanaat getirerek odasından ayrıldı.
Evinin yakınında park yeri bulamadı. Bu yüzden azıcık yürümek zorundaydı. Sokağın ilerisi karanlıktı. Sokak lambaları muhtemelen dökülmüştü yoksa normalde aydınlık olurdu evinin sokağı. Kapıya yaklaşmıştı ki sokağın karanlığından birisinin yaklaştığını gördü. Yaklaştı yaklaştı sonunda hakim onu tanıdı. Tedirgin oldu, gözleri faltaşı gibi açıldı.
-
Allah Allah ne arıyor bu adam burada?
Bunu derdemez biraz hızladı. Amacı bir an evvel kendisini evine atmaktı. Yaklaşan karaltı zaten hızlıydı. Yüzünde gündüzünkünden daha büyük bir öfke vardı. Gelen Suphi’ydi. Hakimin hiç beklemediği anda bir omuz vurup uzaklaştı. Yine yüzüne sert sert bakmış, söylene söylene gitmişti. Hakim Kaçmaz neredeyse yıkılacaktı. Hem şakın hem de tedirgindi. İlk anda bir şey anlamamıştı ama şimdi sağ elinde ince bir sızı hissediyordu. Evine girip ışıkları yaktı. Sağ elinde toplu iğne ucu kadar bir siyahlık vardı. Bu siyahlığın etrafında azıcık kan sızmıştı. Banyoya geçip ellerini yıkadı. Vakit hayli ilerlemişti. Canı bir şeyler yemek istiyordu ama ne yemek istediğini bilmiyordu. Önce mutfağa yöneldi sonra vazgeçti. Oğlunun odasına baktı. Uyuyordu. O da kendi odasına geçti, gömleğini çıkardı. Elbiseleriyle başını yastığa koydu.
Gözlerini açtığında üşüdüğünü fark etti. Perdesi hafiften havalanıyordu.
-
Allah Allah ne zaman açtım ben bu camı
Elleriyle oğuşturarak kollarını ısıtmağa çalıştı. Pencereyi kapatmak üzere yataktan indi. Camı kapatmadan sokağa baktı ardından kapatacağı zaman gözü karşı balkonun demirlerine tünemiş garip bir karaltıya takıldı. Tam o sırada sokağa dönen bir arabanın farı karaltıyı ortaya çıkardı. Hakim Murtaza Kaçmaz o an Suphi’yle göz göze geldi.
-
Aman Ya Rabbi deyip kendisini geriye attı.
-
Çattık yahu. Musallat oldu bu Allah’ın delisi.
Sağ eli yine sızlanmağa başladı. Ağrı gittikçe şiddetleniyor hatta bütün bedenine yayılıyordu. Yerden kalktı, aynanın karşısında doğruldu. Gece lambasının ışığında eline baktı. Korkudan gözleri yerinden fırladı. Zira o minnacık siyahlık büyük bir hızla kolunu sarıyordu. Gözleri karardı artık kolunu göremez oldu. O sırada vücudunun her tarafında bir gariplik, bir ağrı, sızı tarif edemediği bir şeyler hissetmeğe başladı. Zar zor dudakları kıpırdadı
-
Ne yaptı, zehirledi mi bizi bu Allahın belası?
Başını kaldırıp aynaya baktı. Oldukça şapşal bir gülümse yapıyor gibi dudakları iki kulağuna doru çekildi, çenesi uzadı. Bütün bunlar olurken canı yanıyordu. Bu acıya daha fazla dayanamayıp gözlerini kapattı. Gözleri kapalıyken burnunun da alnına doğru çekildiğini hissetti. Daha fazla dayanamadı.
-
Oğlum Hasan! Hasaan!
Sesi çıkmıyor, ses yerine kulaklarını dolduran bir tıslama duyuyordu. Zar zor gözlerini açtı. Açar açmaz aynada çatal dili ağzından çıkıp duran kocaman bir kobra gördü. Korkudan aklını kaçırmak üzereydi.
-
Aman Allah’ım bu ne? İmdaaat! İmmdaaaat!
Nafile bütün haykırışlarına rağmen ses yerine bir tıslama odada çınlıyor etrafı sopsoğuk yapıyordu. O korku içinde duvara yapıştı. Aynada görüntüsünü gördüğü yılanı aradı bakışları ama yoktu. Kesik nefeslerle soluyordu.
-
Yoksa! Yoksa!
Ağır ağır başını aynaya çevirdi. Kendi timsalini göremedi aynada. Gördüğü tek şey; kafası kobra, gövdesi boğa olan bir yılandı. Yılanın gövdesinde kocaman şişlik vardı. Hakim Kaçmaz allak bullak olmuştu. Hiç bir şey anlayamıyordu. Vucüdunun her zerresine yayılan bir korkunun içinde sadece
-
Bu nasıl olur? Mümkün değil!
Kendisini daha da kötü hissetti. Midesi bunaldı. Midesi bunaldıkça aynadaki yılanın kasıldığını, gövdesindeki şişkinliğinde hareketlendiğini gördü. Sonunda ağzından bir domuzun başı belirdi ve nihayetinde domuzun cansız bedeni zemine düştü.
Gördükleri karşısında ciğerlerindeki hava bitti, nefesi tamamen kesildi. Boğuluyordu. Bunun üzerine odanın bütün havasını ciğerlerine çekercesine derin bir nefes aldı. O sırada gözlerini açtı. Buram buram terlemişti. Yastığa başını koyduğu gibi duruyordu. Yerinden kıpırdayamıyordu. Bu korkunç kabus bedenindeki bütün enerjiyi bitirmişti. Derin derin nefes almaktan başka bir şey yapamıyordu. Bu hal bir hayli sürdü. Sonunda iki eliyle sağ ayağını tutup yataktan aşağıya bıraktı. Sol ayağını yanına getirdi. Güçlükle banyoya geçti, yüzünü yıkayıp korka korka aynaya baktı. Bir an o koca kobrayı görmeyi hayal etti. Hemen bakışlarını aynadan kaçırdı. Lavabonun üzerin eğildi ağladı, ağladı.
Bitkin bir halde odasına döndü, elbiselerini değiştirdi. Salona geçti, masanın üzerine bir kağıt koydu. Kalemini eline aldı. Ayakta yazmağa başladı. “İlgili makama, gördüğüm luzüm üzerine” diye yazdı. O sırada oğlu salona girdi.
-
Günaydım baba!
-
Günaydın oğlum.
Güzel yazı
güzel yazı
Comments are closed.