Adem Korkut, The Circle

Uyuyordum sadece geçmek bilmeyen zamanı hızlandırmak için belki de 4 duvar arasından kaçısın tek yolu olarak gördüğüm için. Artık büyük bir gurultu ve gıcırtıyla acılan koğuş kapısının kapağı da uykumda gezdiğim, uçtuğum, yüzdüğüm, koştuğum yerlerden beni alıp getiremiyordu. Israrla adimin kapıyı açan gardiyanca söylenmesi dışında.

Ne güzel haber! Muayene için yarın sabah hastaneye götürülecekmişim. Burnumdaki rahatsızlık kimin umurunda, bana ne doktorun vereceği ilaçtan yazacağı reçeteden. İlk defa bu vesile ile 497 gün sonra bu dört duvarın dışına çıkacaktım. Gasp edilen hayatımda 497 gündür neyi kaçırdıysam çıplak gözlerimle görecektim.

Bayram sabahının ve acık görüş sabahının heyecanı o sabah da vardı. Erkenden kalkıp sıcak suyun verildiği sabah saat 06:00′”da banyo yapıp görüş gününde giydiğim kıyafetlerimi giydim, sakal tıraşımı oldum, saçlarımı özenle taradım. Sayıma kadar kulaklıklarımı takip radyomda birkaç keyifli melodi aradım. Nefes almayı benim için işkenceye çeviren burnumun can sıkıcılığı bile artık memnun olduğum bir durumdu. Onun sayesinde bayram gibi bir gün yasayacaktım.

Öğle vakti olup mesai saatinin tekrar başlamasıyla artan heyecanlı bekleyişi bir nebze olsun bastırabilmek için kokusu sadece diğer çaylardan farklı olduğu için sevdiğim çayımı da alıp avluda adımlarımla sayısız daireler çizdim. Çayımı henüz bitirmiştim ki koğuşun tank zırhından farksız çok kilitli kapısının ilk kilidi şakırdadı.

Daha önce kargoya ve acık görüşe giderken yürüdüğümüz yoldan gardiyanlarla beraber yürüdük. Bu koridorun sol kapısından acık görüş için çok defa geçmiş, koridorun sonundaki kargo bölümüne birçok kez uğramış ancak o sağdaki kapıdan aylar önce sadece içeri girmek suretiyle geçmiştim.

Artık beni hastaneye götürecek cezaevi aracının yanındaydım ama yine o ayni 18 ağustostaki baş dönmesi. Sebebi basit; bileklerime hak etmeden takılan çelik bilezikler… bindiğim araca ”tabut” dendiğini koğuşa döndüğümde öğrendim.

Öyle sanıyorum ki ”tabut” kelimesini yeryüzünde tabut dışında hak eden bu araç dışında insan üretimi hiçbir nesne yoktur. 6 kişinin kelepçeli bir şekilde tıkıştırılabildiği, üzerlerine kapının kilitlendiği, 2.5 metrekarelik bir alan…

Bu iki tabut arasında minik bir pencere kadar küçük taşıdığı insanın sağ ya da ölü olmaları kadar da büyük bir fark vardı. Ölüp de defin için mezarlığa gitmediğimizi sadece o parmaklıklı minik pencere sayesinde hissedebiliyordum. Dışarıyı görebilmem ise ayakta durup kelepçeli ellerimle öndeki koltuğun yaslanma yerinden tutmama bağlıydı.

Tabutun ilk hareketiyle içimde havai fişeklerin patlaması bir oldu. Cezaevi kampusunun girişinde toprağa çiçek eken bir acık cezaevi mahkûmu el sallıyordu. Belki kendince eğleniyor belki de hiç tanımadığı bana acıyordu. Tepkisiz kalarak eğlencesinin eksik kalmasını ya da acısının avuntusuz kalmasını istemedim. Benim de el sallamam ne hissettirdi bunu asla bilemeyeceğim.

Evet işte artık görüyordum; ağaçları, toprağın rengini, aylardır yansımasını jiletli tellerde gördüğüm günesin ufuktaki yerini, dallarında toplanmayı bekleyen narları, cimleri eşeleyen tavukları, tarlasını süren çiftçiyi, parkta oynayan çocukları…

Bir süre sonra gördüğüm bu şeylerin beni mutlu etmesini beklerken zihnime tarifi imkânsız çaresizlikten başka bir şey hissettirmeyen ince bir sızı bıraktığını fark ettim. Buna sebep olanlara duyduğum öfke biraz daha arttı ve öfkemin tüm vücudumu ele geçirmesine izin vermeden gözlerimin uzun zamandır özlemini çektiği ufuklarda kaybolmasına müsaade ettim.

20 dakikayı bulmayan yolculuk bitmiş hastaneye gelmiştik. Sağımda ve solumda koluma girmiş iki asker ve önümüzde yürüyen komutanları ile hastaneye girişimiz görülmeye değerdi. Kendinizi azılı bir suçlu gibi hissetmeniz için tüm imkanlar sonuna kadar kullanılıyordu. Muayene odasının önündeki koltuklara oturmanız bile otoritenin istediği şekilde olmalıydı. Sağımda ve solumda yine aynı askerler başımızda komutanları ve hastane kapısını tutan bir polis… evet tüm bunlar benim içindi.

Gördüklerim beni oldukça şaşırtmıştı, merakımı gidermek için sağ koluma girmiş olan askere bu kadar güvenlik önleminin sebebinin; özgür insanların kendilerini güvende hissetmeleri için mi, benim kaçmamı engellemek için mi yoksa devletin isterse insanlara neler yapabileceğini benim üzerimden benim durumumda olmayan insanlara göstermek için mi olduğunu sordum. Komutanına fırlattığı ürkek bir bakış sorumun da cevapsız kalacağının bir göstergesiydi.

İçerdeki atmosferin değişmiş olduğu insanların yüzlerinden ve kaçamak bakışlarından anlaşılabiliyordu. Çünkü varlığım yani onlara göre suçlu olan varlığım tedirgin edici bir durumdu. Devlet gücünün kendilerine isterse neler yapabileceğini benim üzerimde görmek her ne kadar onları korkutsa da yerimde olmadıkları için kendilerini şanslı sayıyor, devletin suçluları (!) cezalandırma şeklini görerek onursuz bir mutluluğun sindirilmiş sevincini yaşıyorlardı.

Muayene sırası bana geldiğinde doktorun odasına ayni minik askeri toplulukla girdik. Doktorun askerlerin arasından güç bela sıyrılıp yanıma gelmesi birkaç saniye almıştı. Kısa bir kontrolün ardından tıkanıklığa burun içindeki kemikte oluşan eğriliğin sebep olduğunu söyledi ve tek çözümün ameliyat olduğunu teşhisini koydu. Ameliyat sözcüğü her ne kadar kulağa ürpertici gelse de o anki şartlarda dış dünyayı tekrar görme umudum tahliye dışında ancak bu şekilde mümkündü.

Hastaneden çıkışımız da en az girişimiz kadar havalıydı. Yanımızdan gecen araçtakiler için cezaevi aracının parmaklıklı küçük camından bakan bir kişi tehlike arz etmiyordu. Bu yüzden yanımızda seyir halinde olan araçtaki kadın yanındakilere beni parmağıyla göstermekte bir beis görmemişti. Yüzlerinde tuhaf bir merak belirmişti ancak bu kez gözler kaçırılmıyordu. Her şeyin yolunda olduğunu ve hayata hala umut dolu bakabiliyor olduğumu göstermek için kelepçeli ellerimi camın hizasına getirip zafer işareti yaptım. Bu hareketim kafalarını hızlıca birbirlerine çevirip hararetlice bir şeyler konuşmalarına sebep oldu. Bunu da yine asla bilemeyecektim.

1 COMMENT

  1. Ne güzel bir yazı… İçinde barındırdığı büyük hüzün, minik mutluluklarla bir solukta bitiveriyor. Yazın ne olur! Biliyorum unutulmaz bunlar ama diriliğini yitirmeden, tazesi tazesine yazın ve etrafınızdaki aynı kaderi paylaşanlara da tavsiye edin; onlar da yazsınlar!
    Bu karanlık günler tarih olsun ama unutulmasın bu yaşananlar…

Comments are closed.