Mehmet Akar, The Circle                                                    

İnsan yaratılış itibariyle mükemmel bir sanat olsa da, kendi adına mükemmel değil, terakki basamaklarında kemale doğru seyreden bir varlıktır. Ve insan cevherinin inkişafına, açılıp gelişmesine hizmet eden unsurlar vardır. Bunlardan birincisi iman, ikincisi ilim, üçüncüsü tecrübe, dördüncüsü ızdırap, beşincisi hastalıktır. İlk üç unsur için müsbet, diğer ikisi için menfi unsurlar diyebiliriz.

Müsbet unsurlar, bizzat ve her durumda güzeldir. Fıtri hayatın olağan akışı içerisinde her zaman var olan ve olması gereken birincil unsurlardır.

Menfi unsurlar, bizzat kendisi değil, neticesi güzeldir. Birincil değil, ardıl unsurlardır. Mesela acının, ızdırabın insanı olgunlaştırdığı, günahlara kefaret olduğu doğrudur.  Fakat hayatın doğal akışı içerisinde her zaman galiben ve daimi bulunan bir unsur değildir. İnsanlar çocuklarının alim olmasını, ilmin onların ayrılmaz bir vasfı olmasını isterler, ama kimse çocuğunun zulme uğramasını, acı içinde kıvranmasını ve sürekli acı çekmesini istemez.

Hastalık da öyle… Sıhhat Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimetlerden birisidir. Allah canlılarda sıhhati galip kılmış, hastalığı arizi ve tebei yaratmıştır. Kimse kendisinin veya çocuğunun hasta olmasını ve bir ömür hastalık çekmesini istemez. Fıtri ve insani olan da, güzel olan da budur.

Evet, Efendimiz (s.a.s) “Ermiş ağacın meyvelerinin silkelendiğinde düşmesi gibi, sıtmalının titremesinden de günahları öyle dökülür.” buyurur. Hastalıklar günahlara kefaret olduğu gibi insanı olgunlaştıran unsurlardandır, fakat kimse böyle hadisler var diye Efendimizin (s.a.s) acıyı, hastalığı, hayatın birincil unsuru gibi gördüğü ve kutsadığı veya övdüğü manasını çıkaramaz.

Hayat sıhhatle güzeldir. Sıhhat her türlü ibadetin vesilesidir. Namazınızı sıhhat ile kılar, ailenizi sıhhatli iken koruyup kollar, geçiminize sıhhat ile çalışır, helal kazancınızdan bu vesile ile zekat, sadaka verir, oruç tutar, kurban keser, hacca gider, emr i bil maruf nehyi anil münker yapar, irşad ve hizmetinize muvaffak olabilirsiniz.

Görüyorsunuz dininizi de, dünyanızı da sıhhatliyken imar edebilirsiniz. Neredeyse İslam’ın emirlerinin hemen tamamının birincil şartı sıhhattir.

Ve her müslüman diğer bütün insanlar gibi “ insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.”  İşârât-ül İ’caz

Evet, hastalıklar gibi acılar da neticesi itibariyle insana sevap kazandırabilir. Fakat mağlup olmak, insanların baskı ve tahakkümü altında kalmak, zulme uğrayıp eziyet çekmek fazilet ve meziyet de değildir. Oradan bir destan çıkmaz.

Bediüzzaman Hazretlerinde bu konuda da, İslam’ın tüm insanlara hitap eden özelliğine uygun, fevkalade muvazeneli bir yaklaşım görürüz. Hapishaneye “medrese-i Yusufiye” diyerek acıları hafifletmeye çalışmıştır ama, hiç bir zaman başkasının hapishanedeki acılarından destanlar veya sohbet mevzuları devşirmemiştir.

Bir Müslümanın isteyeceği şey, izzet ve şerefle dünyasını yaşamak, insanlığın maddi manevi inkişafına katkıda bulunmaktır. Elinden tutulan değil, başkalarını imdadına koşan insan olmayı ister. Kendi acılarıyla boğuşan bir insanın başkasının imdadına koşmaya mecali kalmaz.

İnsan aciz bir varlıktır. Bedeninin kaldırabileceği ağırlık sınırlı olduğu gibi, ruhunun kaldırabileceği ağırlık da sınırlıdır. Onun içindir ki mıknatıs gibi başkalarının acılarını insanın kendi kalbine çekip toplamaya çalışmasının ona da muhatabına da hiçbir faydası yoktur. Belki bunalımlara girmesine, hastalanmasına sebebiyet verebilir ama hiçbir fayda vermez. Derdine merhem olamadığın, ulaşıp yüküne omuz veremediğin acıları dinleyip, yüklenmek psikolojik arızalara davetiye çıkarmaktır.

Eskiden insanın ruh aynasına yılda, belki on yılda bir derdin, bir acının görüntüsü düşüyorsa, günümüzde iletişim araçları vasıtasıyla her an her dakika onlarcası yüzlercesi boca oluyor.

Hususiyle, haksızlığa maruz kalmış hizmet insanlarının her birinin hayatında elemler acılar var. Bunların her birini bütün tafsilatıyla kendi ruh aynasına düşüren bir insanın bu yükü kaldırabilmesi mümkün değildir. Değil o yükü kaldırmak, zamanla kendini bile taşıyamaz, nefes alamaz hale gelebilir.  

Elbette kimse kimseyle ilgilenmesin demiyorum. Herkes kendi muhatapları ile ve taşıyabileceği kadarı ile ilgilensin, elinin eremeyeceği yerin yükünü kalbine yüklemesin diyorum. Elinin eremeyeceği yere külli bir niyetle ve dua ile erişebilir.

Hz. Muhammed’i Hz Muhammed yapan çektiği acılar değildi. Hz. Ebubekir çektiği acılardan ötürü Ebubekir olmadı. Ömer, en fazla eziyete uğrayan olduğu için o mümtaz mevkiine ulaşmadı. O gün acılar yarıştırılmadı, zafer kazanmış gibi esir düşenlerin veya Habeşistan muhacirlerinin mahrumiyetleri destanlaştırılıp, meclislerin tek mevzusu yapılmadı.  

Din anlatıldı, insanlık öğretildi, iman ve İslamiyet inşa edildi. Mazlumlar böylece kurtarıldı, ağıtlardan veya her meclisi onlar vasıtasıyla bir ağlama panayırına dönüştürmelerinden ötürü değil…

Adamdan akılları ruhları doyuracak manevi bir irşad sohbeti bekliyorsunuz. O baştan kurmuş kendini, ses tonunu ayarlamış… Başını eğiyor, sağa sola sallıyor, kendisini kötülüyor önce, yapması gerekeni en evvel kendisi yapmamış güya, muhataplarını böylece o klasik moda taşıyor. Sonra ortada ne ayet kalıyor, ne hadis, ne Esma i İlahi okumaları, ne mantık ilmi, ne hikmet…. Hapse düşmüş, masum, hasta bir hanımefendi ve çocuğu… Bu kadarını söyledikten sonra gergin saz teline dönmüş ruhlarda kıpırdama başlıyor. En ufak bir titreşim, tınlamaya yetiyor. Baştan beri kendini döverek saz ayarı yapması da bunun içindi zaten… “Ne öğrendik, aklımızı ve kalbimizi ne ile takviye ettik?” sorusu sorulmuyor ve bunun cevabı aranmıyor nasıl olsa… Hoca her zamanki gibi çok güzel sohbet etti, gönüllerimizi coşturdu. Ağladı, ağlattı, çok dolu? hoca…  

Adamlar mağduriyet haberlerini mıknatıs gibi toplayıp getiriyor, önünüze… Acılardan destan yazıyor. Kalpleri nasıl kaldırıyor, nasıl dayanıyorlar, anlayamıyorum. Birisinin iniltisi, ötekinin iyi idareciliğinin veya hocalığının azığına dönüşüyor. Yani dün “itaat edip rahat eden” o masumun her şeyinden-etinden sütünden- istifade ediliyor. Huzuru da, acısı da, sıhhati de hastalığı da kullanışlı…

Ayıptır, kimsenin derdi, kimsenin azığı değildir.

Bunu kesinlikle art niyetle yaptıkları kanaatinde değilim. Bence bunu, doğru zannettikleri, insanları hayra ancak böyle teşvik edebileceklerini düşündükleri, tadını çıkara çıkara ilmi sohbet yapmayı bilmedikleri ve daha kötüsü, acıdan beslenmeyi seven bir toplumdan geldikleri yani kendilerinden bu beklendiği için yapıyorlar.  

Peki bu üslup, herkese hitap eden ve her yerde geçecek bir davet yolu mudur? Bir ecnebiye o dersi, o kurgu ile yapsanız ne elde edersiniz? Okuyup düşünmekten uzaklaşmamış, propaganda ağzını sevmeyen insanlar için bu ağlama seansları ne kadar mantıklı ve ne kadar caziptir? Mesela, konuşan imam veya hoca, kendi ergen kızını, genç oğlunu bu seanslarla istikamet üzere tutabilir mi?  

“İnsanların en çok musibete uğrayanları peygamberlerdir, sonra derecelerine göre veliler ve salih kullardır” manasında, farklı lafızlarla hadisler yok mu? Elbette var… Ama hadisi tersinden okumayalım.

Musibetler, günahların dökülmesinin, insanın kemale ermesinin vesilelerindendir, evet.. Rahmet- i İlahi bir mağdur hakkında böyle imdada yetişir, doğru… Fakat salih bir kul olmak dünyanın kurallarından azad olmayı, hiç imtihana maruz kalmamayı gerektirmediği gibi, peygamber olmanın veya veli olmanın şartlarından birisi de işkenceye uğramak, ızdırap çekmek değildir.

Evet, ızdırap çekmek bazen güzel neticeler verebilir, fakat acı çekmek zatında güzel değil, bazen neticesi itibarıyla güzeldir.

Çünkü büyük acılarda, bin kişinin sevap kazanmasından, hatta -olmazya- evliya olmasından bir kişinin o acıyı kaldıramayıp isyana düşmesi çok daha büyük bir kayıptır. 

Mesela fakirlik bir manada iftihar vesilesidir, bir manada insanı küfre götürebilecek bir tehlikedir.

Onun için İnsanlığın En Kamil Mürşidi (s.a.s.), “Allah’tan afiyet isteyin. Çünkü bir kula yakin (kesin iman) bahşedildikten sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.” buyurur.   

 Görüyorsunuz ne dert destanı vardır ve acıyı kutsama vardır. Her türlü kötülük, hastalık ve sıkıntıdan güvende olmayı istemek tavsiye buyrulur. Zaten, ayet i kerimede de bir mümine hem dünyada, hem ahirette iyilik istemesi öğretilir.

Biz ne Hz. İsa’nın bizim yerimize acı çektiğine inanan insanlarız, ne Hz. Hüseyin için kendisini kırbaçlayan insanlar…  Hinduların bol acılı inançlarıyla ise uzaktan yakından alakamız yok.   

 Acıyı kutsayıp, “Senin derdin dert midir, benim derdim yanında…” türküsünün farklı versiyonunu bizim meclislerimizde seslendirip acı yarıştıranlar, bize kesinlikle rehber ve emsal olacak insanlar değildir, vesselam.

            Bu hastalıklı ruh hali bizden olabildiğince uzak dursun.