Engin Sezen, The Circle

Kadın, kapıyı açtığında, birden karşısında iki polis görünce heyecanlanıverdi.

Polisler acı haberi olanca sakinlikleri ile verdiler:

Abadi, oğlu, bugün öğleden sonra Burrard köprüsünden atlayıp intihar etmişti.

Kadın sadece intihar lafını hatırlıyor.

Polisler, kapının önüne yığılıp kalan kadıncağızı içeri getirip, sofanın üzerine yatırdılar. Evin önünde hazır bekleyen ambulanstan iki sağlık görevlisi daha girdi eve. Evde, üç küçük çocuk vardı, kadının bakıcılık yaptığı çocuklar olmalıydı bunlar. Ekiple gelen bir diğer polis, dehşet içinde kalan çocukları alıp arka bahçeye çıkardı.

Ambülansla gelen hemşire, kadını sakinleştirmeye çalışırken, bu kez kadının kocası belirdi kapıda. İşten dönüyordu.

Adamcağız evinde neler olduğunu anlayamadan, polisler tarafindan bir köşeye çekildi, ve ona da oğlunun iki saat önce intihar ettiği haberi verildi titiz bir profesyonellikle.

Adam şok geçirdi haberi duyar duymaz. Bir süre nefessiz kaldı,

Buna rağmen yine de sakin görünmeye çalıştığı da belliydi. Peşipeşine sıraladığı sorularla polisten daha fazla bilgi istiyordu. İntihar mı! Bu nasıl olabilirdi ki! Bir yanlışlık olmalıydı burda. Olamazdı, hayır bu olmamalıydı!

Heydarzade ailesi altı yıl önce, İran’dan ne umutlarla gelmişlerdi Vancouver’a!

O zamanlar, Abadi henüz altı yaşındaydı. Önceleri ağlayıp sızlanmış, İran’daki akrabalarını ve arkadaşlarını özlemişti. Zamanla, bu yabancı şehri de sevmişti.

Baba, altı yıl boyunca bulaşıkçılıktan, gazete dağıtıcılığına kadar, bir çok işte çalışmış; nihayet daha üç ay önce, kendi mesleğinde bir iş bulabilmişti.

Anne ise yaklaşık dört yılını başkalarının evlerini temizleyerek geçirmiş, sonunda kendi evinde çocuk bakıcılığı yapmaya başlamıştı. Hayatları yeni yeni düzene giriyor gibiydi.

Adam, sarsık sarsık yürüyerek bahçeye çıktı. Kendisine bir bayan polis eşlik ediyordu. Baygın eşini de bahçeye almıştı polisler. Daha serinceydi dışarısı. Yanına sokuldu kadının. Yanıbaşında hemşirenin hazır beklediği kadının sayıklamaları, kısık inlemeleri devam ediyordu hala. Baktığı çocukları da aileleri almıştı. Ev, kısa süre içinde konu komşu ve bir kaç akraba ile dolmuştu.

Adam, baygın eşinin yanıbaşında bekledi bir süre. Sonra onu polislere bırakarak, oğlunu görmek istediğini söyledi. Onu görmeliydi. Hemen, şimdi. Görünce inanacaktı ancak. Görmeliydi işte biricik oğlunu.

Abadi…

Bu göçmen hanesinin tek çocuğuydu. Ötedenberi içe kapanıklığı ailesini düşündürürdü. Ne okuldan ne mahalleden, pek arkadaşı da yoktu. Zamanının çoğunu odasında geçirirdi.

Akşam karanlığıyla, polisler, adamı tekrar eve geri getirdiler. Görmüştü can yongasını, hala ıslaktı saçları , uzamıştı berbere gidecekti bu haftasonu. Yeşil gözlerini son kez doya doya seyretti, dokundu incecik ellerine…

Yas evi…

Herkes gitmişti. Uzaktan akrabaları olan yaşlı bir kadın kaldı evde. Yardım için.

Gece, feryadların yerini anne ve babanın birbirine karışan hıçkırıkları aldı. Ne uzun bir geceydi!

Annenin, yığıldığı koltuktan kalkmaya mecali yoktu. Mutfakta, yaşlı kadın bedbaht anne baba ve gelip giden tek tük misafir için bir kaç lokma birşeyler hazırlmaya çalışıyordu.

Babası, üstkattaydı, Abadi’nin odasında.

Arkalarından sürükleyip gurbete getirdikleri bir masumun acısını taşıyacaktı şimdi, bir ömür boyu zavallı adamcağız.

Oğlunun daha sabahleyin dokunduğu eşyalarını, her biri ayrı hikayeler taşıyan sevimli elbiseleri özenle okşadı. Dilinden artık tek kelime dökülebiliyordu:

Abadi, Abadi, Abadi….

Çıkıpgelebilecek gibiydi.

Gözü sehpadaki bir deftere takıldı, Abadi’nin günlüğüydü bu. Gözlerini kırpmadan okumaya başladı.

Ama ne günlük! Meğer oğulları gözlerinin önünde eriyip gitmiş de haberleri bile olmamış.

Adam, ince günlüğün son sayfasına gelince, en son yazının daha dün sabah yazıldığını farketti. Dondu kaldı. Abadi kendisini intihara sürükleyen sebebleri sanki, en son yazdığı sayfada özetliyordu:

“Annem ve babamı çok seviyorum. Onlar da bu diyarlarda ayakta kalmaya çabalıyorlar. Annemin dinmeyen başağrıları var, babamsa, iş bulduğu için, bu aralar pek mutlu. Bu yaz, sekiz yil sonra ilk defa İran’a gideceğiz diyor.

Ama, biricik oğullarının sorunlarından, neler çektiğinden haberleri bile yok. Okul, benim için artık bir cehennem. Ne homoseksüelliğim kaldı, ne teroristliğim! Kaç tane takma ismim var, artık ben bile bilmiyorum.

İngilizce konuşmamla, aksanımla alay ettiler, babamın annemin İngilizceleriyle, işleri güçleriyle, yediğimle içtiğimle, giydiğimle, her şeyimle , her şeyimle…babamın beni okula getirip götürdüğü arabasıyla bile.

Artık, öğretmenlerime de şikayet etmek gelmiyor içimden doğrusu; zaten onlar da sadece dinliyorlar. Sonrasında da değişen hiç bir şey olmuyor. Babama okul değiştirmesi için de soramıyorum; çünkü bu benim dördüncü okulum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Çaresizim. Neyse şimdi çıkayım, servis gelmek üzeredir. Zaten bu servis de, cehennem öncesi kabir azabı gibi benim için.

Zavallı adam, bu son sayfalarla yıkıldı. Çocukları gözlerinin önünde eriyip gitmişti.

Aşağıdan ise zavallı kadının inlemeleri sürüyordu:

“ Ah Abadim, gözümün nuru. Ben Kanada’ya senin için geldim, senin geleceğin için. Sen nerdesin oğlum. Gelsene hadi eve. Çal şu zili.Bizi bırakıp nerelere gittin oğlum!

Baba , odadan çıktı , merdivenlerden inerken, ayağı kaydı, basamaklardan yuvarlanıp aşağı düştü.

Ne olduğunu bile anlamadan kalktı, sendeledi, saşkındı; eşinin yanına sokuldu. Yutkundu, söyleyecek hiç bir şeyi yoktu.

Ama eşinin kulağına: “ Canım, canım, Ya Sabır. Ya Sabır” diyebildi.

1 COMMENT

Comments are closed.