Zeynep Kaya, The Circle
O kadar üzerine titredim. Annemden gördüğüm gibi yaptım tüm bakımını.
Benim gurbet eldeki “en kıymetlim”i yaşatma çabama ev arkadaşlarım hayretle bakıyorlardı. Nasıl çabalamam! O benimle aynı kaderi paylaşan yol arkadaşımdı. Kendi kaderimle onunkini bütünleştirmiştim adeta. Geçen sene ramazan ayında bir arkadaştan emanet almıştım onu.
Sahiplenmiştim. Yalnızlığımı onunla paylaşmış, içimi ona dökmüştüm. Gülümsemelerime, gözyaşlarıma şahit olmuş, dert ortağım olmuştu. Geceler tüm karanlığıyla çökünce üzerime, garipliğimi hissedişlerimin en yakın ortağıydı. Uzak diyarlardan gelmiş, okyanuslar geçmiş, uçsuz bucaksız ve karşı kıyısı olmayan maviliklerin soğukluğunda, kız kulesinin sıcaklığını ararken, ellerimi kendime sarışlarımın yarımlığında beni bütünleyen bir dost gibi gördüm onu.
Benimle benzeyen yanlarını sevdim. O da annesinden ayrılmış, bilmediği bir toprağa kök salmaya çalışıyordu benim gibi… Tıpkı benim gibi korunmaya, gözetilmeye ihtiyacı vardı. En çokta bu benzerlik ona karşı ilgimi arttırdı.
Önümü göremediğim bir karanlıkta, adım atıyor oluşumun, kendimle benzer kaderi yaşayan bir canlınınkiyle örtüşmesi ilginç bir şekilde güç veriyordu bana. O yüzden “en kıymetlim”di o benim.
Hicret niyetiyle yola çıkışımın ilk durağı olan yerden ayrılmak düştü payımıza. Çalışmam gerekiyordu. Ve bulunduğum yerde imkânlar sınırlıydı. Dostlarla vedalaşıp aidiyet hissetmediğim bir yerden, adı sanı başka, hissettirecekleri meçhul bir eyalete doğru yola çıktım kıymetlimi alıp. Otobüse biner binmez; en korunaklı olacağından emin olduğum yerde taşımalıydım onu. Elinden tutar gibi; avucumun arasında kucağıma yerleştirdim. Hayranlıkla izliyordum onu. İşte birlikte ilk yolculuğumuzdu. Kararlıydım nereye gidersem onu da götürecektim. Bu kadar kısa sürede nasılda alışmıştık birbirimize. Onu çok seviyordum, onun da beni sevmesini istiyordum. O yüzden elimden geldiğince dikkat ediyordum. Sevdiğini anlardım elbet. Belli ederdi. Öyle çok ihtiyacım vardı ki gurbette sevilmeye. Anne şefkatinden cüda düştüğüm bu yerde, sevilme ihtiyacımın açlığı bazen bir ok gibi saplanıyordu yüreğime. Karanlıkta ışık bekler gibi bekliyordum onun sevgisini. Sanırım bunun adı “yalnızlıktı”. Yoksa Türkiye’de hiç işim olmazdı böyle şeylerle. Annem ilgilenir bakımını yapar, ben göz ucuyla bakardım. Ama şimdi durum çok başkaydı. Taşların arasından başını çıkaran tek dal cılız çiçeklerin yalnızlığına şahit olunca, ağlayabilecek kadar hassaslaşmıştı yüreğim. Hayatın hay-huyu arasında fark edemediğim birçok şeyi fark ediyor, kıymet vermeyi planlamadığım birçok şeye kıymet veriyordum. Vatanımı terk etmiştim.
Ailemi, kardeşlerimi, dostlarımı… Hapiste olan dostum hiç gitmiyordu aklımdan. Ne yapıyordu acaba? Neler düşünüyordu? Onunla iletişime geçemediğim için dargın mıydı bana? Aynı gök kubbenin altında, ayrı zamanları yaşarken neler yapıyor oluşunu hayal ediyordum. Zihnim, duygularım aynı anda birden çok parçaya bölünüyor, ne düşüncelerimin ne de hislerimin adını koyamıyordum. Bir çocuğun kendini gülmeye saldıktan sonra her şeye kahkaha atması gibiydi halim… Bende kendimi hüzün atmosferine saldım, her şeye ağlamak geliyordu içimden çoğu zaman. Hissettiklerimi anlatmak, birileriyle konuşmak geçirmiyordu yaralanmışlığımı.
Anlaşılamamanın derinliğinde diplere doğru yol aldığımı, yazdığım metinlerdeki kelimelere bakarken fark ettim. Alfabede kaç tane şapkalı harf vardı. Net ses vermeyen, ara tonla ifade edilen harfler gibiydi yazdıklarım. Her harfim şapkalıydı benim. Netlikler yavaşça siliniyordu hayatımdan ve zihnimde dönüp duran “şimdi ne yapacağım Allah’ım?” sorusuyla baş başa kalıyordum.
Hiç bir şeyin beni ifade edemediğini fark etmek; büyük bir duvarın dibinde oturmuş, ne yapacağını bilemeyen küçük bir çocuk yapıyordu beni. Dedim ya ben böyle değildim. Hem de hiç değildim. Bir yılda ne çok değiştim. Annesinin dizinin dibinde nazlanan, net net konuşan, hayallerini gerçekleştirmek için engel tanımayan, evin şen şakrak kızı olan ben miydim? Annemin beni bekleyişlerinin kıymetini bilememek çörekleniyor bazen içime. En çok da onu özlüyorum. Bir bekleyenimin olduğunu bilmek nasıl güç veriyormuş oysa…
Özlemek kavramı da şapkalı bende, bunca aileler birbirine hasretken. İçimdeki yangını dindirecek miktarda suyu bulmam, sanırım annemin beni kucaklamasıyla olacak. Kelimelerin gölgesinde serinlemeye devam ediyor gibiyim.
Kucağımdaki kıymetli emanetimle yolculuğumu tamamlayıp, yeni evime gelmiştim. Eşyalarımı yerleştirmeden onun yerini seçmeliydim. Rahatı benim için önemliydi. Güneş alan bir yer iyiydi onun için. Isınsın
yol yorgunluğunu atsın istedim. İşte her şey yolundaydı. Yerini sevmiş gözümün değdiği kadarıyla parladığını görüyordum. Ve zaman… Hem onun için hem benim için ilaç mı olacaktı bilmiyorum bekleyip görecektik…
Aylar yıla dönmemişti ki! O da ne! Yerini sevdi derken, mutlu olduğunu düşünürken; serpilmediğini fark ettim. Neredeyse… Üzerindeki koruyucu bardağı kaldırdım. Yeni çıkan yapraklarını okşayıp sordum.
“Ne oldu? Yerini sevmedin mi? neden böylesin? Suskundu. Tıpkı benim gibi.
Kökünü çıkarıp bakmaya karar verdim. Mor Menekşem, benim kıymetli emanetim… Kök salamamıştı işte… Elimdeki iğneyle kökünün odunumsu kısmını açtım. Küçük bir operasyonla kurtarabileceğimi düşünüp, çabalıyordum ama nafile… Gözümün önünde eriyişini izlememe müsaade etti. O gün elimden geleni yaptım ama olmadı. O da beni terk etti. Oysa ilk yaprağını verdiğinde, Gurbet dostumu arayıp “Canım dostum, menekşem kök saldı, yeşilleniyor, ilk yaprağını gördüm” cümlesini, pür neşe söylemiştim. Şimdi ne oldu da vazgeçti aidiyetinden, benden. “Olmayınca olmuyor” işte.
Ben de kök salamadım buraya menekşem. Ben de ait hissetmiyorum kendimi gurbete. Sen de tıpkı benim gibiydin. Ait olduğun yere toprağa döndün. Varlık ve yokluk arasındaki ebediyet çizgisinde
bana unutamayacağım dersler vererek bıraktın beni.
Geceleri üzerime çöken karanlığı paylaşmasaydım seninle belki de bu kadar üzülmeyecektim gidişine. Ben de bekliyorum şimdi menekşem… Ait olduğum yere gideceğim günü… Annemin şefkatli göğsüne başımı koyacağım günü hasretle bekliyorum…