Engin Sezen, The Circle

Bundan üç yıl önce Cemaat’in Halet-i Ruhiyesi Nasıl başlıklı bir yazı yayınlanmıştı Rotahaber’de. Hatırlayanlar çıkacaktır. Her gün üstüste gelen baskılar, ölümler,  boğulmalar, türlü eziyet ve işkenceler, gasplar, tutuklamalar… yoktu henüz. Ama Cemaat için gün günden beter gelmekteydi!

Network’ümdeki Cemaat aidiyeti ve tecrübesi olduğunu bildiğim 20 kadar arkadaşa facebook üzerinden kimi sorular yöneltmiş ve o uzun yazıyı da bu sorulara gelen yanıtlara göre kaleme almıştım. Dediğim gibi, henüz darbe yoktu. Okullar hala açıktı. Adam kaçırmalar, gaybubetler ayyuka çıkmamıştı. Kimse, zulmün bu raddeye gelebileceğini, zalimin de bu denli zelilleşebileceğini zannediyorum, tahmin edemiyordu.

Sorularıma gelen cevapları genel bir değerlendirmeye tabi tuttuğumda şöyle bir sonuç ortaya çıkmıştı:

Cemaat nicelikçe küçülmeye yüz tutmuş olabilirdi, ama nitelikçe sağlamdı ve hatta denebilirdi ki ruh durumu eskiye nazaran daha iyiydi.

Eskilerin ‘salabet ve rasanet’ kelimeleriyle izah edecekleri ruhsal bir metanet haliydi bu. Cemaat, maneviyata odaklanarak saflarını sıklaştırıyordu. Cemaat içinde belli bir kesim bu dönemi ‘arınma’ kavramıyla izah ediyordu.

Görülüyordu ki, Hizmet Hareketi’nin manevi kaynakları, maruz bırakılan ortak acılar ve müntesiplerinin hareketle olan bireysel tecrübeleri, Cemaat’in halet-i ruhiyesini takviye ediyordu. İnsan böyledir: zor zamanlarımızda fabrika ayarlarımıza ric’at temayülü gösteririz.

Şimdi Mayıs 2018…

Zulüm, öncekiyle kabil-i kıyas değil!

Mezalim, kelimenin terim anlamıyla artık bir soykırım haline geldi. Yaşlısından bebesine yakaladığını götürüyor.

Ve her gün, sıklaştırmaya çalıştığı saflarını tar u mar edecek bir başka travma yaşatılıyor Cemaat’e. Zalimane bir tedhiş atmosferinde nefes almaya çalışıyor insanlar. Zalim, zulümde sınır tanımıyor, deyim yerindeyse her gün bir başka ‘level’ atlıyor!

Buradaki handikap şu:

Bu yıkım ve kıyım sürecinde, Cemaat’in stratejik ve mantıklı düşünme becerileri ve tefekkür kabiliyeti ne halde?

Zulme karşı sistemli, organizeli, güçlü ve merkezi bir tavır konulabildi mi şimdiye kadar! Yoksa, önceki tarih okumaları, kimi rüyalar… bize yolun kaderinin bu olduğunu mu ihtar ediyor sürekli!

Diğer yandan, aynı zamanda, ölenler, dövülenler, sürülenler, boğulanlar ve ardı arkası kesilmeyen cenazeler…. türlü mezalimler Cemaat’e nefes aldırmıyor. Her gün ayrı bir yas…

Süreç’in bidayetinden beri insanlara ümit aşılamaya çalışan belli bir kesim oldu. Her fırsatta ‘Beklenen bahar yakın, biraz daha sabır, güzel günler gelecek…’ söylemlerini dillendiren bir kesim bu. Son zamanlarda ağırlığını kaybetse de, hala bir tabanı var bu söylemin…

Elbette, Müslüman ümit insanıdır, hiçbir şekilde Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez. Bununla birlikte akıl, mantık, muhakeme, hakikat ve tefekkür insanıdır da Müslüman. Mümin basiretli kimsedir. Eşya ve hadiselere basiret başarıyla, ferasetli bir temkinle bakar.

Meseleyi, düşünceyi ibtal etmeden ve büsbütün bir ümit tacirliğine vurmadan, ayakları yere basmayan beylik laf kalabalığına boğmadan… ümit-var olmak, ümit soluklamak inançlı insanın şiarıdır. Bu, ayrı bir mesele…

Ya şu rüya tacirlerine ne demeli!

Yine Süreç’in başından beri zaman zaman popüler olan bir diğer kesim de bu.

Bu zevata göre, ‘Bir pir-i fani rüyada arz-ı endam ederek ‘la tahzen’ diyor veya  üç vakte kadar zulmün son bulacağını ve beklenen baharın geleceğini muştuluyor…Şimdi, bu rüya başka, yekpare bir süreci bu rüyayla, bu türden rüyalarla okumaya, anlamaya, anlamlandırmaya çalışma bambaşka!

Binlerce masum, suçsuz ve günahsız bir şekilde hapishanelerde ömür tüketen, sıkıntı ve işkenceye maruz bırakılan, gaybubet yuvalarında korkuyla yaşayan insanlara moral motivasyon amaçlı dolaşıma sokulan bu tür rüyalar evet belki bir teselli ve ümit kaynağı, ama aynı zamanda istismara ziyadesiyle açık olan bu konu, zamanla bir inkisar kaynağı da olabilir! Nitekim olmakta da.

İnanıyorum ki bu rüyaların büyük bir kısmı hakikaten ve sahihan görülmüş rüyalardır. İsteyen elbete rüyalara bel de bağlar, rüyalarla amel de eder. Haktır, sadık rüyalar. Hayatımızın, haletimizin önemli bir yanıdır.

Ama, adeta bir mucize beklercesine, düşünceyi uyutarak, hakikatten feragat de ederek rüya merkezli oturup kalkmalar, hala rüyalardan binbir beşaret ve muştular derlemeler, atıl bir tevekkülle adeta Hz. Mesih’in Ayasofya’ya nuzülünü beklemeler…Bu yanlış!

Dünden bugüne, bu tür ümit tacirlerine ve rüya-perestlere karşı tavrım net!

Özellikle rüyalardan türlü ahkam çıkarıp ona göre insanları yönlendirmek etik dışı! Ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın bu.

Fethullah Gülen, Yeni Ümit dergisinin 1999 Temmuz-Eylül sayısında yazdığı, Aklın İki Yüzü ve Makuliyet başlıklı yazısında aklı şu şekilde tanımlıyor: ‘‘Akıl, potansiyel derinlikleri itibarıyla, kâinat kitabını okuyan bir göz; duyduğu ses ve nağmeleri değerlendirip değişik mânâlara bağlayan pek çok ihtizaza açık bir iç kulak; eşya ve hâdiseleri aşkın bir tefahhusla temâşâ eden muhit bir idrak; varlık ve varlık ötesi âlemleri keşfe açık bâtınî bir gözdür.’

Bugün, şuna buna değil, rüya ve ümit bezirganına değil, akil ve makul bireye ihtiyacımız var, makuliyet ödevimiz var. Aidiyet hissettiği bu Cemaat’i seven, kollayan ve bunu bir dava olarak gören kişiler, artık daha gerçekçi ve makul yaklaşımlar geliştirmeli. Uyanmalı.

Cemaat’in de umumiyetle makul, mantıklı, hüşyar, gerçekçi kişilerden oluştuğunu biliyorum.

Artık, şuna buna takılmadan, hayal tacirlerine, istikbal müzevirlerine prim vermeden harıl harıl çalışan, gayret eden akil, kabil ve cesur insanlara, imanlı birey olarak kendi ayakları üzerinde durabilen müslümanlara ihtiyaç var. Mükellef ve mesuliyetinin idrak ve şuurunda olan, sanattan felsefeye, ticaretten eğitime hayatın her sahasında ‘var olacak’ bu insan tipi, kimi rüya-perestlerin satışa çıkardıkları pembe hayallere zerre prim vermeden, inandıkları dava yolunda yalnız kalma, tek başına yürüme riskine rağmen istikamet üzre sabit-kadem gideceklerdir. Makuliyetten sapmadan! Hayal aşı yemeden…

Aynı yazıda Gülen şunu da söylüyor:

‘‘Ahmak, aptal ve idraksizler, mâkul olmayan yolların avâre ve gayesiz yolcuları gibidirler ki; ne kâinat kitabını anlar, ne eşya ile hemhâl olabilir, ne Kur’ân’ı duyar ne de mükellefiyet sırlarına akıl erdirebilirler…’’