Dr. Merve Reyhan Kayıkçı genç bir akademisyen. Adını ilkin 15 Temmuz Darbe girişiminin ardından tutuklanan akademisyen babası hakkında yazdığı bir yazıyla duydum. Bu, ciğeri dağlanmış bir evladın çığlığıydı. Babasının hapishanede maruz kaldığı kötü muamelelerden söz ettiği o yazıyı Huffington Post’ta yayımladı. Kayıkçı o yazısında; ‘’Babam yaşamı boyunca elde edilen bütün ünvanlar yitirdi’’ dedi. ‘’Yalnız kaldık ve hain damgası yedik’’ diye uğradıkları haksızlıkları haykırdı.
Dr. Kayıkçı ile The Circle için hoş bir söyleşi yaptık. Kendi yaşadıklarından hiç söz etmeden, soğukkanlı bir akademisyen olarak yanıtladı sorularımı. Merve’yi (mervereyhan.kayikci@kuleuven.be) iyi izleyin derim, ilerde adından sıkça söz ettirecek titiz ve sıkı bir akademisyen geliyor.
Merve Reyhan Kayıkçı kimdir?
6 yıl kadar önce, yüksek eğitimim için Türkiye’den Belçika’ya yerleşmis bir sosyal bilimciyim. Son altı yılda Leuven üniversitesi’nde Sosyal Antropoloji alanında Yüksek Lisans ve Doktora eğitimlerimi tamamladım. Bugünlerde de doktoramın sonuçlarını bekliyorum. Anlayacağınız genç bir akademisyenim; henüz kariyerimin başındayım. Bir doktora sahibi olmak, evet bir gurur vesilesi elbette , ama kendimi bildim bileli benim için aslolan şey, hep arastirma yapmak ve anlamaya çalışmak olagelmiştir. Bu yüzden, akademisyenlik benim için bir meslek olmanın çok ötesinde, kimliğimin ayrılmaz bir parçası, bir hayat tarzıdır. Bir şeyler yazıp çizerken, araştırırken, özellikle de zihnen meşgul olduğum noktaları birbirine bağlayabildiğim anlarda hissettiğim mutluluğu başka hiç bir şeyde hissetmiyorum.
Şu aralar nelerle meşgulsunuz?
Doktoramı tamamlamış olsam da, Leuven üniversitesinde bazı vazifelerim hala devam ediyor. Bunun yanında Hollanda’da çeşitli üniversitelerin çalışma gruplarında da akademik çalışmalarım sürmekte. Genelde, bu çalışma grupları din-cinsiyet ilişkilerine odaklanmış gruplar. Öteden beri, Din bir fenomen olarak ilgimi çekegelmiştir. Benim doktora projem, Avrupa’daki Müslüman Kadınların Gönüllülük Çalışmaları ve Bunun Kendi Ahlak Oluşumlarıyla İlişkisi üzerineydi. Avrupa’da Müslüman olmanın ‘gerilimleri’ dışında da, dengeli varolma biçimlerine bakıyorum. Literatürde kültürel, sosyal ve ekonomik gerilimlerin üzerinde zaten fazlasıyla duruluyor; özellikle de mevzu kadınlar olunca bu daha belirgin bir durumda. Öte yandan, aynı zamanda, bu değerleri dengelemeye çalışan, ve benim de ilişkisel ahlak (relational ethics) adını verdiğim bir ahlak ve tavır türü insanları yönlendiriyor. İlişkisel ahlak, sadece dini referans almıyor, aynı zamanda bireyselliğin üzerinde sosyal ilişkileri tutarak kişinin içinde bulunduğu toplumu referans alıyor (dini pratikleri geliştirirken). Kısacası, yeni projelerimden biri de bu konuları ele alan bir kitap çalışması yapmak. Avusturalyalı bir hoca ile beraber bu sene bu konularla alakalı bir kitap çıkarıyoruz.
Avurapa’da yaşayan genç bir Sosyal Bilimcisiniz…
Dediğim gibi, Türkiye’den çıkalı 6 yıl oldu. İlk yilların okul, kültür vesair derken, benim için zor geçtiğini söylemeliyim; özellikle yüksek lisans dönemim. Kütüphaneye en önce girip en son çıkanlardandım. Burada eğitim geleneği bizimkinden çok farklı geldi ve doğal olarak da buna alışmak zaman aldı. Yazmak, gerçekten analitik eleştirel bir ürün ortaya koymak, bir düşünme bicimi ve öğrenilmesi zaman alan bir süreç. Akademisyen denilince, birkaç kitap okuyup onların özetini çıkaran, aynı fikirleri papağan gibi yineleyip duran birileri düşünülmüyor herhalde! Ne yazık ki,Türkiye’de akademyanın, akademisyenlerin hakettigi saygıyı görememesi; ya da kendilerine elzem olan temel özgürlüklerin verilmemesi gibi bir durum var bugün önümüzde. Burada, Batı akademyasını yüceltmem gibi bir durum sözkonusu değil. Burda genel bir anlayıştan söz ediyorum. Şimdi, Türkiye’den buraya gelip eğitim hayatını devam ettirmek isteyen insanlar, bu eleştirel analitik düşünme kültürüne hazırlıklı olmalılar. Kendilerince en kutsal bildiklerini bile sorgulamaya açık olmalılar; Batı’da böyle bir sosyal ve kültürel bir çevre var, her zaman da olagelmiş. Buranın akademisyeni, bulunduğu dinsel, kültürel, sosyal yapılara dışarıdan bakabiliyor. Bizim de akademyada böyle serbesiyetçi bir kültür ihdas etmemiz gerekiyor. Yoksa, sonsuza kadar okuyabiliriz, ezberlerimizi pekiştirebiliriz, ama bunun bilimsel bir karşılığı olmaz.
Süreç’te dışarıya çıkmak zorunda kalan akademisyenler var.
Evet, Türkiye’deki süreç çok zorlu bir sürec; yüzlerce akademisyen işini kaybetti, özgürlüğünü kaybedenlerin de tam sayısını kim biliyor! Fakat unutmayalım, bili tarihindeki en özgün ve yetkin eserlerin bazıları, aynı Türkiye’den sürülen akademisyenlerde olduğu gibi, ülkelerinden sürülen bilim adamlarınca üretilmiştir. Akademisyen olmak kesif bir zihni hareketliliği de beraberinde getirir, akademisyenlik bir yönüyle farkındalıktır, farkında olmak ve farkettirmektir. Bizim sosyal, siyasal ve ideolojik bagajlarımızın ne kadar ağır olduğunu insan bir yönüyle buralara gelince daha da net biçimde farkedebiliyor. Buraya gelen akademisyenlerin de, okumalarını bu farkındalığın ışığında yapabilirlerse, gerçekten çok değerli ürünler verebileceklerine inanıyorum ben.
Sıkıntılı süreçte, takip edebildiğim kadarıyle, Türk akademisyenlerinin hemen hemen hepsi, kendi uzmanlık alanlarına bakmaksızın her konuda rahatlıkla ahkam kesebiliyorlar.Türkiye’yi, memleket meselelerini büyük bir lakaydilikle tartışabiliyorlar, hem de hararetle. Mesela benim alanım din, toplum, cinsiyet ama siyaseti takip etmekten, doğrusunu belirtmek gerekirse kendi alanıma yatırım yapmakta zorlanıyorum. Bu ne büyük bir israf! İnanılmaz bir potansiyelin çöpe gitmesi demek bu. Tabii hapiste olan, sürgünde olup da mesleginden, kitaptan uzak kalanlardan, çalışamayanlardan hiç bahsetmiyorum…
Türkiye?
Evet, bu bana çok acı veriyor. Ben determinist bir tarih anlayışına sahip değilim. Yani, toplumlar benzer tarihsel dönemlerden geçerler ve aynı sonuca varırlar demiyorum. Hani hep denir ya, Avrupa bugünlere gelebilmek için nice acılardan geçti; öyleyse bizim de geçmemiz lazım diye; hayır o öyle değil, olmamalı! Türkiye’nin içinden geçtiği acılar yetmiyor mu olgun, adil ve demokratik bir toplum olmasına! Bizim de Almanya seviyesinde demokrasiye ulaşmamız için daha ne kadar toplumsal travmalar yaşamalıyız? Bizim ülkemiz daha mı az acı çekti on yıllardır! Mesele, burada toplum olarak demokrasiden tam olarak ne anladığımız ve ne istediğimiz aslında. Burada toplumdur asıl belirleyici olan. Biz hala oryantalist komplekslerimizle boğuşurken, siyasi aktörlerin, bizi duygusal ve milliyetçi söylemleriyle manipüle etmesi hiç de zor olmayacaktır. O yüzden, ben bu sürecin bugünden yarına değiseceğini düşünmüyorum; hatta bu sürecin hic geçmeyeceğini bile söyleyebilirim. Evet, şimdiki olduğu şekilde de devam etmeyecek, ama evrilecek, değişik hallere bürünecek ve bizi hep kendiyle meşgul edecek, son tahlilde bir kesimi mesut ederken, diğer bir kesime zulmedecek . Derken yıllar geçtikçe sadece zulmeden ve mutlu olan taraflar değişecek.
Bu bağlamda, toplumların kendileriyle yüzleşebilmesi çok önemlidir. Bunu kimi toplumlar zaman zaman yaparlar. Bizim toplumsal buhranlarımızın sebeplerinden biri de bu yüzleşmeyi bir türlü adamakıllı yapamamaktır. İçimizdeki acıların kaynağı olarak da sürekli başka bir devleti, üst aklı, bir siyasal-etnik-dini grubu, kah düşman kah da günah keçisi gibi gösterip özür dileyememek (kendimizden ve acı yaşattığımız herkesten) bizi aynı kadere tekrar be tekrar mahkum ediyor. Yaşanılan acıların kaynağının kendimiz olabileceğini hiç hesaba katmıyoruz. Hiç bir suretle sorumlu tutmuyoruz kendimizi yaşananlardan…Şunu da bilmemiz gerek, toplum içindeki insanlar bir günde birbirinden nefret etmiyor; devlet zamanla insanları bir arada tutan en ufak bağın bile çözülmesi için bu korku tohumlarını ekip, hainlik ve tefrika söylemlerini dolaşıma sürüyor. Bir toplumsal hafıza yaratılıyor, öteki-beriki odaklı travmatik bir hafıza bu. Bu, güncel ve gerçek hayatta kimi kesimler için çileli bir durum olsa da sosyolojik olarak çok tanıdık bir süreç.
Cemaat?
Cemaat konusuna cok girmek istemiyorum açıkçası; çünkü fevkalade duygusal bir konu tüm taraflar için. Konular soğukkanlılıkla ele alınamıyor bir türlü. Fakat kıyısından kenarından bir antropolog olarak, bugün geldiğimiz noktaya da şaşıramıyorum. Çünkü ziyadesiyle tanıdık bir Türkiye hali bu. Aktörlerin tarafları yeni, ama modern Türkiye’de her zaman hakim cemaatler ve düşman cemaatler var olmuştur (cemaat sadece dini anlamda değil burada). Türkiye’de din siyaset ilişkilerini benden cok daha iyi anlayan ve anlatan akademisyenlerimiz var; onlara bırakmak daha iyi olacaktır bu netameli konuyu. Biz birey merkezli bir toplum değiliz. Devlet, bireyin çıkarlarını korumak için yoktur, birey devletin çıkarlarını korumak için vardır bizim memleketlerde. Bu yüzden, mesela savaş bizim için duygu yüklü bir fenomendir, hamasettir; dolayısıyla orada feda olma kültürü hakim basar, nitekim bu kutsal bir vazifedir de. Sen bu kutsallığı sorguladığın anda vatanın dışındasındır ki vatan haini damgasını yemeye hazır ol…. O yüzden, üzerinde yasadığımız toplumsal fay hatları, bir türlü çözülememiş sorunlar ve ülkenin yakın geçmişine bakıldığında, bugün yaşadığımız günlere gelmemiz hiç de şaşırtıcı değil.
Ama ben bu yapıyı, anlayışı Cemaat’te de görüyorum. Cemaat de Türkiyeli bir sosyal yapı; burda da birey cemaatin devamı için hizmet ettiği müddetçe var. Bireysellik, dolayısıyla otantiklik, yine bu noktada söz konusu olmaktan çıkıyor. Varsa yoksa grubun ali menfeatlari. Bazı pratiklere, ritüellere, mesela kıyafet koduna uymadığın, uymakta zorlandığın, ya da uymak istemediğin anda Cemaat’e olan sadakatin ya da Cemaat içindeki varlığın, konumun sorgulanmaya başlıyor. Bu aslında Türkiye’de çok yerleşmis bir refleks; fakat bünyenizdeki bireyleri aynilestirmek istediğinizde, veya akademik olarak, sanatsal olarak, ya da ekonomik olarak bu bireyler az cok parlamaya başladıklarında bu bireyselliği görmezden gelmek, ona saygı duymamak, çözülmeye yol açıyor. Kaçınılmaz bir durum bu.
Peki, genç bir Sosyal Bilimci olarakCemaat’e bazı tavsiyeler ver desek?
Sıkdokulu bir yapı olarak Cemaat için verebileceğim bir tavsiye yok. Fakat bir şekilde bir baglantılari olduğu için yurt dışına çıkmak zorunda kalan insanlara tavsiyem kendilerine yatırım yapmaları. Evet bu zorlu bir süreçte, eminim birçok insan bu şekilde değerlendirmeler yaptığımdan, benim biraz da üst perdeden konuştuğumu düşünecektir, gönülleri rahat olsun, onları çok iyi anlıyorum. Bu süreçte hissi olmamak mümkün mü! Yalnız şurası bir gerçek ki, başka ülkelerde her zaman zorluklarla beraber imkanlar da vardır. Suriye’den gelen insanlar tanıyorum, buralarda kitapçılar açıyorlar; İranlılar tanıyorum bilimin her alanında varlar. Biz de artık bu global kültürün bir parcası, etkin bir bütünleyici olmak durumundayız. Kabuklarımızı kırıp, zihnimizdeki engelleri birer birer aşmak zorundayız. Biraz kendi ‘Türk toplumunun’ dışına çıkıp, birey olarak bir fark yaratma ve değer üretme çabasi içine girmemiz gerekiyor. Diyasporadaki Türkler olarak, belki de en eksik olan yanımız budur. Özellikle Belçika’yi bildiğim için söyleyebilirim ki, burada diğer azınlıklar toplumun her alanı içinde varlar ve kendilerini, kültürel değelerini temsil etme noktasında da çok etkililer. Diyaspora’daki bu birlik ve beraberlik çok önemli. Fas kökenli gazeteciler, aktivistler, siyasetçiler, akademisyenler vs. çok göz önündeler, çok güzel çalışmalar yapıyorlar. Türkler olarak maalesef biz kendi kısır siyasetimize, sen ben mücadelesine, kendi dar mahallemize, ailemize o kadar gömülmüş durumdayiz ki, içinde bulunduğumuz ülkelerde esamimiz dahi okunmuyor.
Son olarak?
Gündemi takip ediyorum. Sosyal medyada yazılanlardan ziyade, yorumları çok önemsiyorum; çünkü bir fikrin toplumdaki karşılığını en iyi yorumlarda görebiliyorsunuz. Son zamanlarda Cemaat’in içinden eleştirel fikirler çıktı, bunu da hepimiz ilgiyle takip ediyoruz. Bu fikirler belli bir akademik çevreden geliyor, ayakları yere sağlam basan değerlendirmeler bunlar. Genelde bu fikirlere verilen tepkiler – akademisyen bozuntusu, işinize bakın, üniversitenize dönün, entel bozuntuları, sizin bilmediğiniz (liderlerin bildiği) seyler var, aldığınız bursun hakkını verin… gibi – çok tanıdık. Aynı tepkileri Türkiye’de insanlar, halk, devlet ve devletin kararlarını sorgulayan entellektüellere veriyorlar. Cemaat de içinden çıktığı toplumu yansıtıyor bu yönüyle. Devrimsel bir yapı, ya da devrimsel, kökten değişimler oluşturabilecek bir yapı değil yani. Var olmak dinlemektir, en azından içinden çıkan sesleri…