Melike Yağmur, The Circle

İnsanın hayatındaki en temiz ve mutlu yanı bence çocukluğu. Herkesin çocukluğu farklı mekanlarda farklı şartlarda geçmiştir ama tüm zorluklarına rağmen insanın hayat akışındaki en keyifli ve özlediği anlarıdır çocukluğu.

Benim de çocukluğum Karadeniz’in küçük bir kasabasındaki bir bağ evinde geçti. Evimiz elma, armut, şeftali, erik ve daha sayamayacağım birçok ağacın ortasında, iki katlı, içten merdivenli, beş odalı, hala on üç çocuğun içinde nasıl büyüdüğüne akıl sır erdiremediğim bir evdi. Hacı babamın (dedemin) beş çocuğundan sonra ikinci eşi olan hacı annemin (babaannemin) sekiz çocuğunun en büyüğü olarak dünyaya gelmiş babam. Annem de bu sekiz çocuklu ailenin en büyüğü olan babamın eşi yani ailenin ilk gelini olarak bu eve ayak basmış. Halam benden 2 yaş büyüktü. Onun büyüğü olan amcam ondan bir buçuk yaş büyük. Ötekiler de öylece sıralanıyor. Anacığım, hepinizi birden büyüttüm, derdi. Evimizin etrafı çeltik(pirinç) tarlalarıyla çevriliydi. O yüzden evimiz önce bir kahverengi renk tonunun içinde kalır(kışın), sonra her yer yeşile boyanır, en son hasat zamanı ise sararan pirinç ekinlerinin içinde kendimi bir altın madeninin içinde gibi hissederdim.

Evimizin önünde küçük bir oluk vardı. Onun yanından boylu boyunca Yeşilırmak’ın sularından nasibini almış olarak kısmeti olan tarlalara hayat dağıtmak üzere akan bir peçe geçerdi(küçük su kanalı).O peçenin içinde baharda küçük kurbağa yavruları olurdu. Ben onların küçük balıklar olduğunu zannederdim. Biraz büyüyüp kitaplarda kurbağa larvası resmi görünce onların zannettiğim şeyler olmadığını anlamıştım. İlkokula başlayıncaya kadar hiç arkadaşım olduğunu hatırlamıyorum. Benim en yakın arkadaşlarım işte bu kurbağa larvalarıydı. Onlara suyun bir köşesinde çamurdan ev yapar, onların bir oraya bir buraya yüzüşlerini seyrederdim. Sonra başka yere ev yapar, onları elimdeki suyun içinde yeni evlerine taşırdım çok önemli bir iş yapan büyük bir insan edasıyla. Benim küçükken hiç plastik bebeğim de olmadı, ağzı gözü boyalı. Kurbağalardan sıkılınca kendime çamurdan bebek yapar, onu yine çamurdan yaptığım koltuğa oturtur, dallarına çamurdan elmalar takılmış ağaçların altında gölgelendirirdim. Annem, seni sabah tertemiz giydirir tarlaya giderdim, döndüğümde çamura belenmiş halde bulurdum, derdi hep. Sanırım Omo reklamındaki ‘’Kirlenmek Güzeldir’’ sloganının sahibi olan reklam şirketinin tam aradığı çocuktum ama benden haberdar olamayınca diğer çocuğu oynatmışlar reklamlarında.

Anacığımı hep çalışırken hatırlarım. Çoğu gün kazanı ocağa koyar, altına odun atıp suyu kaynatır, çamaşır yıkarlardı yengemlerle. Evimizin hemen yakınında, ineklerin kışın yiyeceği ot ve samanların saklandığı bir samanlığımız vardı. Oranın da arada sırada uğrayan Metcan isminde bir misafiri. Kışın soğuk günlerinde orası Metcan’ın konağı olurdu. Metcan kim mi?

Metcan, bizim kasabanın köylüklerinden birinde yaşayan bir delikanlıymış. Uzun boylu, yağız, yakışıklı bir delikanlı. Annemlerin anlatmasına göre bir kızı sevmiş. Ailesi hangi sebeplerle bilmiyorum kızı ya vermemiş ya da kendi ailesi evlenmesine izin vermemiş. Metcan da çöle düşen Mecnun misali, ‘’Bu dünyaya akıl ermiyor.’’ deyip aklını koyup bir dağın kimsenin bilmediği bir kovuğuna, düşmüş yollara. Yolu nerelerden geçti, nerelerde neler gördü, kimlerle söyleşti bilmiyorum ama o da bizim kalabalık ailenin bir gelip bir kaybolan mazlum misafiriydi. Ben çocuktum, küçüktüm, Metcan boy olarak benden çok büyüktü ama hareketleri, konuşması aynı benim gibiydi. Sanki o, küçük bir çocuğa büyük bir beden elbisesi giydirilmiş gibiydi. Genelde annemlerin çamaşır yıkamak için kazanı yaktıkları günlerde gelirdi Metcan evin önüne. Ya da ben o zamanları daha çok hatırlıyorum.’’ Metcan aç mısın?’’ sorusuna başını öne eğerek mahçup duruşuyla cevap verirdi. Sözlerle değil haliyle konuşurdu Metcan. Büyüklerden kimin o an eli boştaysa bir koşu eve gidilir, yavan yaşık ne varsa tepsiye konup getirilir, karnı doyurulur, hali hatırı sorulur, sessiz duası alınırdı.

Metcan’ın karnı doyup keyfi yerine gelince ,‘’Hadi Metcan bir türkü patlat da dinleyelim.’’ denir, Mertcan da yanık sesiyle başlardı türküye:

Önce naz sonra söz ve sonra hile,                     Tarife sığmıyor aşkın anlamı,

Sevilen seveni düşürür dile,                                Ancak çeken bilir bu derdi gamı,

Seneler asırlar değişse bile,                               Bir kördüğüm baştan sona tamamı,

Eski töre bozulmuyor Mihriban.                          Çözemedim çözülmüyor Mihriban.

Metcan’ın elinde annemlerin yemeğin üzerine büyük bir su bardağıyla ikram ettikleri çayı, dilinde yanık türküleri, o söyler, bizimkiler de işlerini yapmaya devam ederlerdi. Ona evde kimsenin kızdığını hatırlamıyorum. Kimse ondan korkmazdı, tedirgin olmazdı, ondan zarar gelmeyeceğini bilirdi herkes. Anadolu kadınları normalde yabancı bir erkeğin yanında kolunu sıvayıp iş yapmaz ama bizimkiler onun yanında normal hayatlarına devam ederlerdi.

 Eskiden yaşadığımız kasabada haftada bir cuma günleri pazar kurulurdu. Köylerden birer traktör kalkar, insanlar yaşlısıyla genciyle traktörün içine doluşur, ihtiyaçlarını almak için kasabaya gelirlerdi. Birçok evde ve tabii ki bizim evde de o gün tatlı bir telaş olurdu.  Bugün cuma, gelen giden olur diye ev erkenden temizlenir, mutlaka yemek yapılır, gelen sofrasız kaldırılmazdı. Bu gelenler bazen benim de tanıdığım akrabalar olurdu. Bazen de gelenleri hiç tanımazdım. Herkese gönüller, haneler ve sofralar açıktı benim kasabamda. Haneye gelenler de eli boş gelmezdi. Ya kümesten bir sepet yumurta, ya sarıkızdan bir şişe süt ya da bahçeden bir torba çördük (küçük armut)…Getirilenler sessizce kapının yanına bırakılırdı. Kimin bıraktığı belli olmazdı. Bir gün benim tanımadığım bir misafir gelmişti. Evin önünde bizimkilerle oturuyorlardı. O anda Metcan da geldi. O yabancıyı görünce hemen arkasını dönüp hızla yanımızdan uzaklaştı. Ben çok şaşırmıştım bu duruma. Meğer o yabancı dediğim adam Metcan’ın abisiymiş. Onun bu dargınlığının sebebi neydi bilmiyoruz, hiçbirimiz bunu öğrenemedik. Belki Hakk’ın divanına varınca öğrenecektik.  Sanırım Metcan’ın içinde yanardağlar kaynıyordu ama o kimseye bir şey diyemiyordu. Çünkü asıl denmesi gereken makamı bulmuştu o. Gayrısına dönüp bakmıyordu.

Gönlüm dilime dargın, dilim gönlüme

Gönlüm duygularını anlatamadığı için kızarken dilime,

Dilim anlatamayacağı şeyleri düşündüğü için kızıyor gönlüme.

Ben ilkokulu bitirdikten sonra yaşadığımız o kasabadan büyük bir şehre taşındık. Yıllar su gibi geçti. Çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği o evimizi, çocukluk arkadaşlarım kurbağa larvalarını, cuma günleri evimizi dolduran misafirleri hiç unutmadım. Tabii ki Metcan’ı da…

Yıllar sonra memlekete sıla-ı rahim için gittiğimizde orada yaşayan akrabalarımıza Metcan’ı sorduk.’’ Hakk’ın rahmetine kavuştu gariban’’ dediler.

 Yunus Emre’nin dediği gibi:

                    Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti.

                    Nice Han nice Sultan, tahtı bıraktı geçti.

                    Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti.