Güler Orhan, The Circle

ÜÇ AY SENDROMU

Tutuklanmanın üçüncü ayında, bir durgunluk dönemi yaşanıyor. Buna psikolojik bir kabullenme dönemi de diyebiliriz. Koğuşta hemen hemen herkesin yaşadığı bu duruma “Üç Ay Sendromu” adını verdik. Benim yaşadığım süre, diğer arkadaşlara göre biraz daha ağır geçti. On beş gün boyunca neredeyse (zorunlu cümleler dışında) hiç konuşmadım. Yalnız kalmayı istedim. Ne kadar olabilirse.

Bedenen yalnız kalmak imkansız olduğundan, düşünce olarak yalnız kalmayı tercih ettim. Bunun için doksanların walkmanlarına benzeyen küçük radyolarımız var. Kulaklıkla dinlediğimde biraz olsun ortam konuşmalarından uzaklaşabiliyorum. Radyomu açtığımda, beğendiğim şarkı sözlerini yazıyorum. Yani koğuştan bu kadar uzaklaşabiliyorum kendimce.

Yastığımın altı mektuplar, şu an okuduğum kitap ve  edebiyat dergileriyle dolu. Ranzanın üçüncü katında olduğum için, ne okuyup  ne yazdığımı pek kimse göremiyor . Bu da avantaj bir bakıma. Ufak da olsa bir özgürlük belirtisi…

Yatağımda oturunca (on dörde sekiz adımlık havalandırmamızın yüksek duvarlarına vuran) güneş ışığını izliyorum. Öğlen vakti havalandırmanın büyük kısmına vuran güneş, İkindi vakti biraz daha  kızıllaşan ışığıyla, üçgen şekline geliyor. Küçülüyor, küçülüyor ta ki duvarın tamamından kaybolana kadar. Işıkla aramızda engel olarak, koğuşun penceresinde bulunan demir parmaklıklar var. Ama uzun uzun bakıp hayal kurmama engel olamıyorlar. Hayallerimi; hem geçmişte yaşanmışlıklar, hem gelecekte yaşanacaklar süslüyor.

Geçmişimde; iş çıkışı eşimle beraber kızımızı alıp parka gitmeyi, arkadaşlarımla sahilde oturup çekirdek çitlemeyi, eşofmanları giyip akşam yürüyüşüne çıkmayı,  deniz kenarında güneşin batışını izlemeyi, piknik yapmayı, daha neler neler…

Gelecekte; bu ışığın bana hayal ettirdiği tek bir şey; ailecek yeşillik bir alana gitmek, koşmak koşmak, koşmak… Duvarlara çarpmadan, betonları görmeden sadece yeşillik… Yanımda ailem, yüreğimde huzur…

Ama bunları düşünürken dahi, duvara vuran üçgenin küçülmesiyle kendime geliyorum. Hapistesin, hapistesin, hapistesin…

KOPYA USULÜ YAPILAN RESİMLER

Eşimin koğuşunda Güzel Sanatlar Fakültesinde akademisyenlik yapmış bir ressam var. Her hafta A4 kağıdına bir resim çiziyor. Eşim mektupla o resmi bana yolluyor. Altı günde bize ulaşan resim hemen koğuşta kopya usulü çoğaltılıyor, boyanıyor ve ilk mektup günü herkes çocuğuna yolluyor.

İlk olarak sekiz yaş altı için, hayvan resimleri çizip yolladı. Ördek, kurbağa, kuzu, fil, tilki vb. Ama ergen ortaokula giden erkek çocuklara yollayacak resim bulamadığımızı söyledik. Onlara da, sevdikleri marka araba ve bisiklet resimleri çizmiş. Çocuklardan aldığımız güzel dönüşler olana dek, bu kadar beğenileceğini düşünmemiştik. Çizilen resimleri çerçeveleten, onunla fotoğraf çekilip yollayanlar da oldu. Tabi bunları yaparken, koğuşun yemek masası, sanki çalışma atölyesine dönüşüyor. Yazarımız çizerimiz var, cezaevi tam dergi çıkartmalık yer deyip gülüyoruz.

Ayrıca eşimin koğuş arkadaşı resimleri çizen beyefendi;

“Resim çizmemin hiç böyle bir hayra vesile olacağını düşünmemiştim. Çocukların yüzündeki bir tebessüme vesile olursam ne mutlu bana…” diyormuş.

İLK AÇIK GÖRÜŞ

Üçüncü ayım biterken, ilk defa kızımı, babamı ve kız kardeşimi görebildim. İyi ki görebildim yoksa haber alamamaktan aklımı kaçıracağımı, çıldıracağımı düşünmeye başlamıştım.

İlk zamanlar zaten ne yapacaklarını bilememişler. Ay sonundaki açık görüşe geliriz diye düşünmüşler. Açık görüşe annem ile kızım gelmiş. Ama annemin eskiden geçirdiği bir ameliyattan dolayı bacağındaki platin var diye almamışlar. Raporunla gel demişler. Kadıncağız gözyaşları içerisinde altı saat yolu beni göremeden geri dönmüş. Kızım da yanında tabi…

İlk açık görüşte kızım göğsüme yaslandı ve;

“Şu an o kadar mutluyum ki anne!” dedi. Sarıldım, saçlarını kokladım, ağladım. Benim kullandığım şampuanı değiştirmişlerdi. Üstelik ayakkabısı, kıyafetine uymamıştı. Ama dedesini çok seviyordu. Teyzesi ile çok iyi anlaşıyordu. Anne babasından ayrıydı ama olabileceği en iyi yerde, şefkatle büyüyordu.

Kızım ne kadar dedesinde kalacaktı? Büyüyüp okula gittiğini görebilecek miydim?  Onları gözlemlediğimde aklıma gelen deli sorularla baş edemiyordum.

Sadece kırk beş dakika. Konuşmaktan çok ağlamakla geçti. Dağ gibi babam, erimişti. Belli etmemeye çalıştı ama cezaevine girerken yapılan aramalar, canını çok sıkmıştı. Yine de bana destek olmaya çalıştı. Dik durmamı, üzülmememi, kızımın keyfinin yerinde olduğunu, merak etmememi sıkı sıkı tembih etti. Görüşün sonunda alnımdan öptü ve;

“Kesinlikle senden utanmıyorum. Utanılacak bir suç işlemediniz. Senin de başın dik olsun. Gözyaşların, masumiyetinin gururuna engel olmasın” dedi.

Babam ya, canım babam. Dağ gibi desteğini hep hissettiğim babam. Gelin olurken bana şiir yazmıştı da, annem ‘yıllardır karısıyım, bana şiir yazmadı!’ diye alınmıştı. Böyle bir ailem olduğu için daha güçlü olmalıyım dedim kendi kendime…

Kızımı görüş alanında bırakıp, koğuşa döndüğüm zaman, etlerimi vücudumdan parçalasalar her halde bu kadar acı hissederdim. Koğuşa girince, bedenimin takat getirdiği son noktaya kadar, diz çöküp sesli şekilde ağladım. Sonra, gözlerim şişti. İnanılmaz bir baş ağrısı başladı. Ağrı kesici içtim, bir tülbent yardımıyla şişen gözlerimi bağladım ve uyumaya çalıştım.

Arkadaşlar, en zor durumun ilk açık görüş olduğunu söylüyorlar. İnsan sonra alışıyormuş. Bir damla gözyaşı bile dökmeden veda edebiliyormuş.

Zor…Kavuşmalarımızı ayrılıklarımız takip ediyor. Mutluluğumuz, dakikalar içinde hüzne dönüşüyor. Kısa sürede yaşadığımız tarifi imkansız bir sürü duygu… Beraberinde gelen sorular.

Açık görüşlere alışacak kadar tutuklu kalacak mıydım?

Ben çıksam eşim ne zaman çıkacak ki?

Ne zaman aile olacağız tekrardan, oturup yemek yiyecek, çay içeceğiz?

Ne zaman?


Yazarın Önceki Yazıları

Arkadaşım Yakup (Hikaye)

Beni Sor

Koşamazsak Zıplarız !

Hürriyetsiz Asla!

Aldırma Gönül

Özgürlüğe Veda

Gaziler Günü

Esaret Yolunda

O Razıysa

Bir Aşk Hikayesi

Sevda Türküsü (Şiir)

Bu Hayatta İmtihanlar da Var

Gözlerini Al Yerden

Kabak Tatlısı

Gitti Gül, Gitti Bülbül!

Yasemin

Mektup