Kocamustafapaşa’daki (o zamanki adıyla)Hekimoğlu Ali Paşa(Camii) Uygulamalı Türk İslam Sanatları Kütüphanesi’nin taş merdivenlerinden çıkıp içeri girdiğimde, nereye adım attığımın farkında değildim. Tarih, Ocak 2000. Hayatımı ve dünyaya bakışımı değiştirecek olan iki cami imamından ikincisi olan Hattat Hüseyin Kutlu ile tanışmam ise bundan belki birkaç ay sonraydı. Her ne kadar yıllarca vicdanlı, akl-ı selim, kalb-i selim ve feraset sahibi bildiğim, dünyaya ve dünyalığa kıymet vermediğine şahit olduğum, saatlerce sohbetini dinlesem bıkmayacağım, çok sevdiğim ve saygı duyduğum, beni ve derslere hep yanımda götürdüğüm, o zamanlar üç yaşlarında olan büyük kızımı çok seven ve hususi iltifatlarda bulunan; kültürümüze, sanatımıza, medeniyetimize dair kazandığım her ne varsa kendisine borçlu olduğum hocam Hüseyin Kutlu’nun, şu imtihan günlerinde mazluma karşı zalimin ve gücün tarafında saf tutmuş olması beni derinden yaralamışsa da, hoca olarak üzerimde hakkı çoktur. Yıllarca Fındıkzade-Kocamustafapaşa arası mekik dokumalar, sonra Osmanlı Türkçesi dersleri için Çengelköy seferleri, başka semtler, şehirler, mekanlar…Çocuklarım hep sanat soluyarak büyüdü meşkhanelerde, uyuyakaldılar sedirlerde ya da masalara yaslanmış halde. Yorulana kadar elimden kamış kalemimi, fırçamı bırakmadığım geceler, gündüzler, yıllar geçti. Meşk hazırlamak, ders geçmek, sergi koşuşturmaları, tezhibi biten bir işin verdiği sürur, çerçevecide geçirilen saatler, sohbetler, muhabbetler… Bir hattatın meşk etmeden geçirdiği bir gün bile ne büyük kayıp görülürken, çoğu zaman meşru ama bazen de gafletten, günlerce yazı yazmadığım zamanların birinde, merhum hüsn-i hat hocam Prof. Dr. Fevzi Günüç’ü rüyamda görmüştüm. Ve bir başka kabusta da, yazmak için kalemi elime aldığımda, ucu kırıktı kalemimin. Şimdilerde ise, birkaç kez meşk için masa başına oturmuş olsam da, aylardır uzağım kalemimden, mürekkebimden. Birkaç gün yazı yazmayınca rüyamda hocamı ya da ucu kırılmış kamış kalemimi gören ben’in, mana aleminde hali nicedir acep? Yani aslında yıllar sonra anladım ki sanat, terapi falan değilmiş. Sanat, dingin ruhların bir meşgalesiymiş sanki. Dertsiz gönüllerin ya da derdi varsa bile, bunu kabullenmiş, baş göz üstüne demiş ruhların işiymiş sanat. Ve ben şimdilerde derdimi kabullenip, ruhumu sükunete erdirecek güç diliyorum Rabbim’den ve saatlerce yazı meşkedeceğim, incecik samur fırçamla tahrirler çekeceğim, belki kütüphanelerde ya da öğrencilerimin arasında geçireceğim saatlerin,konferansların, sergilerin hayaliyle yaşıyorum. Etin tırnaktan söküldüğü, ciğerlerin dağlandığı, anaların, babaların çığlığının arşa ulaştığı, dönüp Ege’de, Meriç’te, zindanlarda boğulduğu, masum yavruların gözyaşlarının demiri deldiği ama zalime işlemediği, bize düşman belletilen gavurun(!) din kardeşi denilenden daha mü’min çıkıp mazluma kucak açtığı bu ifritten dönemde, ‘Senin de derdin bu mu?’ diyene de, boğazım düğüm düğüm ve tek söz etmeden başım önümdedir; bunu da bilesiniz. Vesselam…
Yazıda en çok hoşuma giden cümle ‘Sanat, dingin ruhların bir meşgalesiymiş sanki. Dertsiz gönüllerin ya da derdi varsa bile, bunu kabullenmiş, baş göz üstüne demiş ruhların işiymiş sanat’. Sanırım gerçekten öyle… Ya dertsiz olacaksın ve sıkıntıdan bir sanatla uğraşacaksın bu işi para için yapmıyorsan ya da dertli olup derdi derman kabul edebilme erdemine erişeceksin. Belki denebilir sanat içinde derdini biraz unutmaya çalışcaksın ama olmuyor işte…
Yazıda en çok hoşuma giden cümle ‘Sanat, dingin ruhların bir meşgalesiymiş sanki. Dertsiz gönüllerin ya da derdi varsa bile, bunu kabullenmiş, baş göz üstüne demiş ruhların işiymiş sanat’. Sanırım gerçekten öyle… Ya dertsiz olacaksın ve sıkıntıdan bir sanatla uğraşacaksın bu işi para için yapmıyorsan ya da dertli olup derdi derman kabul edebilme erdemine erişeceksin. Belki denebilir sanat içinde derdini biraz unutmaya çalışcaksın ama olmuyor işte…
Comments are closed.