Ebru Aksay, The Circle

‘…canlanıyor, cilveleniyor. Önce bir tatlı bakış, arkasından yavaş yavaş içe süzülen canlı bir akış, sessiz bir armoni içinde ruhu oynatan metafizik bir musiki var. Lakin ondaki ahengi kulaklar duymuyor, içler dinliyor; dinledikçe bir başka aleme yüseliyor. Bakarken ne oluyor, anlamıyorum; içimi içine çeken büyüleyici bir çehre, bir güzellik denizi, sevimli titreşmelerle gönlümü ferahlatan bir hava; derken, bir melek sesi ve nefesi kadar gizli ve ılık bir okşayış ve sarılış içinde kalıyorum; o, ben; ben, o oluyoruz gibi bir şeyler oluyor. Sizde de böyle şeyler olur mu?’

Nedir bu? Bir aşığın, maşukuna duyduğu derin ve ne de hoş dillendirdiği duyguları mı acaba? Hem evet, hem hayır. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve daha sonra da İstanbul’da yaşamış olan Macar bir ressam subaya ait sözler. Peki ona bu muhteşem duyguları yaşatan şey ne olabilir? Tabi ki bir kadın değil, hatta bir insan da değil. Ona ilan-ı aşk ettiren maşuk, Sultan Ahmet Camii’ndeki Melek Paşazade Ali Haydar Bey Merhum’a ait, Celi Ta’lik ‘El Kasibu Habibullah’ levhası. Konuştuğu kişi ise, savaş münasebetiyle tanıştığı, herkesin bildiği meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’ın kardeşi, Kalem Güzeli kitabının müellifi Mahmud Bedrettin Yazır. Konuşmanın başı ise şöyle: ‘Dostum! Sizin bu yazılarda bir hal var. Çok dikkat ediyorum, ilk bakışta sade bir renk, geometrik bir sessizlik, baktıkça harekete geliyor,…’

Acaba kaçımız bir hat levhasının karşısına geçip de bu duyguları tattık, tattıkça coştuk, coştuk da bakmalara doyamadık? Sanırım çok değil. Ol mahiler gibiyiz, yüzdüğü deryayı bilmeyen…

İslam yazısı, başlangıçta oldukça iptidai ve basit olan Arap yazısının İslam’a intikal etmesinden sonra yüzyıllar boyunca geçirdiği müthiş gelişme ve olgunlaşmadan sonra bir sanat yazısına dönüşmüş. Bugün kullanılan İslam yazısının kaynağı ise, bir ilk dönem Arap yazısı olan Ma’kıli yazı. Bu yazı, fevkalade kabiliyet sahibi hattatların elinde öyle müthiş bir değişim yaşamış ki, Mahmud Bedrettin Yazır bu ilahi yazıya ‘Kalem Güzeli’ demiş. ‘Kalem güzeli teb’ası’ dediği hattatlar ile de bu sanat, yine onun hayran olduğum benzetmesiyle Mi’rac’a mazhar olmuş. Yani yazıda zirve yaşanmış, artık ötesi yok.

Mümkün olduğunca düzenli şekilde devam etmesini umduğum bu küçük çaplı sanat yazıları serisinde, sanırım uzunca bir süre hat sanatı ve hattatlar üzerine bilinen ve bilinmeyenleri paylaşacağız. Neydi bu sanatı, ehlinin nazarında bu kadar kıymetli ve özel kılan, neden hattatlar abdestsiz ellerine kalem bile almadılar, açtıkları kalemlerin yongasını niye biriktirdiler, her sabah bir küçük hilye yazan hattat kim? Hayran olunası ibretlik hayatlar, çoğu fakr u zaruret içinde yaşayıp öyle de göçüp gitmiş eşsiz şahsiyetler, güzelliği tarif edilemez, paha biçilemeyen muhteşem yazılar…

Himmetleri iki cihanda üzerimizden eksik olmasın inşallah…


Yazarın Önceki Yazıları

Senin de derdin bu mu?