Cemre Sena Rengin, The Circle
İlk günkü sıcaklığını koruyamayan duyguların varlığı olmasaydı ya da zaman yaşananlarla beraber hissedilenleri de alıp götürmeseydi bizden yazmanın gereksiz bir eylem olduğunu savunabilirdim. İçimizde sürekli genişleyen bir evren taşıyor olduğumuzun kaçımız farkında bilmiyorum. Duyguları, düşünceleri, hayalleri, izlenimleri, meyilleri, istidatları farklı farklı olan, aynı ağacın birbirine benzemeyen meyveleri gibiyiz.
Gün yüzü görmemiş duygulara ışık tutmak, durağan düşüncelere hız kazandırmak; onları görünür, bilinir kılmak yazmakla mümkün oluyor ancak. İçinizde filizlenmeye başlayan bir duygu, çekmekte olduğunuz acı, duyarlı bir ruha akan sayısız izlenimler mesela yazılmasa bilinir, görünür mü? Hiç yazmamış olsak mesela acı ve mutluluklarımızı; ”Evet ben de çok çektim.” , ”Ben, çok mutlu günler de gördüm.” dar kalıplarına sığdırmış olmaz mıyız onları?
Yazmak fark ettiriyor, yazmak saklıyor, yazmak derinleştiriyor yaşadıklarımızı.
İnsan bir kere başladı mı yazmaya, kendini daha iyi tanımaya başlıyor. Beyninin kıvrımlarına yerleşen düşüncelerden, bilinçaltındaki soru işaretlerine dek bir bir biliyor içinde ne varsa. Kendi koridorlarında gezerken kendiyle karşılaşıyor bir bakıma.
Bütüncül bir bakış açısı kazandırıyor insana yazmak. Dağılan her şeyi kelimelerle topluyor, bir sıraya diziyor ve paragraflara ayırıyoruz onları. Mesele doğru düşünceyi bulmak, sınırlarını belirlemek ve ona, doğru duyguyu vermekte. Yüreğinizin içini dolduran hisleri anlatmak için ağır bir imge dünyasına ve söz sanatlarına da gerek yok üstelik. Ama anlatım yine de sığ olmamalı.
“Ben seni unutamıyorum.” sözü bir cümledir yalnızca üstelik basit bir cümle…
Ama “adını mıh gibi aklımda tutuyorum.” denirse işte o, şiir olur.
Sözün basit, mananın derin olduğu birkaç örnek daha:
Mezarımı yol üstüne kazsınlar
Yar geçerken belki bana can gelir (Karacaoğlan)
ya da
Su döktüm ateş sönsün
Serptiğim su da yandı. (Kerkük Hoyratı)
İç dünyamıza doğan her duygu dilimizde bir karşılık bulamıyor. Bugün kendimi bir tuhaf hissediyorum, diyor ama o duygunun ne olduğunu tanımlayamıyoruz. Adını koyamadığımız duygularımız var. Evrenin büyüklüğü ve ruhunun derinliği düşünüldüğünde var olan kelime sayısının yetersiz kaldığı da açıkça görülüyor. (TDK’nin açıklamasına göre Büyük Türkçe Sözlük’te 616.767 kelime bulunuyor.)
Var olan duygunun derinliğini anlatmak kelimelerle mümkün değilse ya da kelimelerin sığ kalacağı düşünülecekse şair ve yazarlar tarafından imgelere başvurulur. İmge, duygularımızı anlatmanın somut yolu; duyu yoluyla edilen varlığın resmidir. Özgün, orijinal olmalıdır imgeler. Şeyh Galip’in aşk uğrunda yapılan zorlu ve tehlikeli yolculuğu
“mumdan gemilerle ateş denizinde yüzmek”
olarak anlatması özgün bir imgedir. Ahmet Haşim’in dizeleri de buna örnek olarak gösterilebilir:
“Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil
Ruhum acısından bunu bildi.”
İmge ve söz sanatı kullanmadan da bir şeyler yazmak mümkün elbette. Edebiyatımızda Birinci Yeniciler olarak adlandırdığımız Garip Akımı yani Orhan Veli ve arkadaşları bunun mümkün olduğunu gösterdiler. İmge, söz sanatı ve şairanelikten kaçınarak yazdıkları şiirleriyle edebiyat dünyamızda kalıcı bir iz bırakmaları bunun en güzel örneği sanıyorum. Her ne kadar eleştirilseler de klasik şiirin bir imge yığınına dönmüş ve yaratıcılığını yitirmiş ölü yapısını dışlayan Garip şiiri elbette ki haklıydı. Orhan Veli’nin hemen hemen herkes tarafından bilinen ”Anlatamıyorum” şiiri bunun kanıtı gibi gülümsüyor bize.
”Ağlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz
Gözyaşlarıma, ellerinizle
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.”
Yazmak özen, emek, çalışma disiplini ve sabır istiyor. Çalakalem yazılan şeyler günümüzde belli duyguları doyursa da elimize düşen kar tanesinin erimesi gibi eriyip kayboluyor boşlukta. Kelime işçisi diyor ya yazar ve şairler kendilerine. Haksız değiller. Bir disiplini olmalı yazmanın. Her gün belli bir vakit ayrılmalı yazmaya. Öyle ucundan ucundan değil canla başla üstüne düşmeli yazmanın. Kucağımda şefkatle büyüttüğüm bir bebek gibi benim için yazmak. Bu sebeple benim yazma yolculuğumda şiarım ruh ve düşünce dünyamı besleyen kitaplar okumak, herhangi bir anda üzerime hücum eden izlenimlerden yakalayabildiklerimi not etmek, her gün iyi kötü, az çok demeden birkaç satır da olsa bir şeyler yazmak…
Ama ben yaşadıklarımdan fazlasını yazarım. Hissettiğim ve tahayyül edebildiğim yere kadar…
Hem nerden bileceğiz belki bizim de içimizde bir Martin Eden vardır. Belki de hayatının bir döneminde herkes Martin Eden olmuştur.
Yazarın Önceki Yazıları
Göz Görmeyince Vicdan da Görmez
Her Şey Düzelir, Hele Filiz Hiç Üzülmesin…
O Güzel İnsanlar O Güzel Atlara Binip Gittiler
“İçimizde sürekli genişleyen bir evren taşıyor olduğumuzun kaçımız farkında bilmiyorum. Duyguları, düşünceleri, hayalleri, izlenimleri, meyilleri, istidatları farklı farklı olan, aynı ağacın birbirine benzemeyen meyveleri gibiyiz.”
Bu tespit çok hoşuma gitti. Kainat ve onun numesi insanla ortak bir yan daha.
Comments are closed.