Engin Sezen

Babamın dünkü vefatı münasebetiyle, arayan, mesaj gönderen herkese çok teşekkür ediyorum. Daha önce kendisinden söz ettiğim 11 Haziran, 2019 tarihli eski ama benim için taptaze bir yazımı paylaşmak istiyorum bu sabah. Umulur ki, bu garip doğan, garip yaşayan ve garipçe canını Sahib’ine teslim eden, yıllar be yıllar evladından ayrı bir babanın rahmetle anılmasına vesile olur. Dün kendisinin cenaze namazı vardı; bir Fatiha lutfunda bulunursanız aziz ruhunu bahtiyar edersiniz.

Babam şu anda hastanede…

Dua buyurun.

Haftasonu da Babalar Günü.

Kendisini en son 2013’te gördüm…

Babamla olan ilişkim üzerine düşündüm biraz bugün…

Ona dair bir ‘şey’ anlatmak istiyorum bu yazıda:

Babamın ağladığı sık görülmüş bir şey değildir. En azından benim yanımda…

Çocukluk günlerimden hatırlayabildiğim kadarıyle sessiz bir adamdır; fakirliğin, belini erken denebilecek yaşlarda büktüğü dalgın biridir. Benim liseli yıllarıma denk gelen zamanlardan itibaren de daha bir sessizliğe bürünmüştür. Mesela benim kaçıncı sınıfa gittiğimi bilmezdi. Veli toplantılarıma hiç katılmamıştır… 

Genelde dalgın olan bu adam, tuhaftır, çocukken, kendisinin gözüne girebilmek için ona bir şeyler anlattığımda beni sonuna kadar dikkatle dinler, hatta kimi sorular sorardı. Böylesi anlarda babamın gözlerinin gururla parıldadığını fark ederdim. İki oğlundan biriydim, küçük olanı… Anlattıklarımdan mı, yoksa heyecanlı heyecanlı anlatış biçimimden mi etkilenirdi tam kestiremesem de, beni dinlemesi, dinlerkenki o masum gülümseyişleri, kendisine anlattığım şeylerle mutlu olması ne çok hoşuma giderdi! Bu bedbaht adamı bir nebze de olsa mutlu edebilmek, çocukluk günlerimde tekrar be tekrar yaşamak için fırsat kolladığım hazlarımdandı. Artık büyüdüğümü, benim de bazı şeyleri bilebileceğimi kendisine göstermek istediğim bu nadir konuşmalarımızda, kendisine anlattığım şeylere bazen şaşırdığını hissedebiliyordum. Anlattıklarım da koyunların peşinde, domates ve günebakan tarlalarındaki çocukluk maceralarım, Orta 2. sınıftayken sınıf birinciliğim ve sair… Bunları beğenirse, bir de anneme anlattırınca dünyalar benim oluyordu. Okul günlerinin o yorgun Sonbahar akşamlarında, maşıngada kısık ateşte biteviye kaynayıp duran tarhana çorbasının dumanları daha bir huzurla kaplardı kerpiç duvarlı köy evimizin iki göz odasını…Babam ve annem evdeydi, abim dışarılarda bir yerlerde oynuyor olmalıydı. Hepimiz birlikteydik… ve hayat ne kadar uzundu!

Babam, duygularını pek belli etmek istemese de, bence oldukça içli biriydi. Sonra, sanırım hayat onu küçük şeylerde mutluluklar bulmak zorunda da bırakmıştı. Zaman zaman o aradığı ‘şey’i bulduğunu, yüzüne yansıyan; hatırladıkça şu anda da hala içimi ısıtan o güven dolu tebessümlerinden anlayabilirdim. Keyifli anlarında, sık sık “insan başka ne ister ki!derdi.

Yine, nadir de olsa, bugün düşündüğümde beni şaşırtan ince bir şakacılığı vardı. Çobanlıkla geçen çocukluğuna dair, her bir ayrıntısını ezberlediğim öyküler anlatırdı. Köy bekçisi olan kendi babasıyla yaşadığı bir kaç hikaye, eski köy düğünleri, nasıl iyi peynir yapılacağına dair şeyler…

Yegane zevki, kocaman bir çaydanlık çay demleyip onu son yudumuna kadar içmesidir. Çayın ocakta hazır beklemesi, bu çayı size ikram etme hevesi ona apayrı bir huzur verirdi. Başbaşa olduğumuz zamanlarda, sessizce otururduk, çay içerdik; bana çaktırmamaya çalışarak uzun uzun beni süzdüğünü hissederdim. Uzun yıllar, tiryakisi olduğu sigara meretini güç bela bıraktırmıştım kendisine, ama annemden duyduğuma göre son yıllarda yine başlamış.

Çok az zaman geçirdiğime yanarım da yanarım babamla…Liseden sonra evden kopuş o kopuş.

Buna rağmen, anlatacak az da şeyim yok aslında babama dair. Peşim sıra İstanbul’a gelmesi, benim üniversite için onu ardımda bırakıp Ankara’ya gitmem; arkamdan, annemle birlikte bu büyük şehirde ayakta kalabilmek için verdiği zorlu bir mücadele; zaman zaman mesut, ama daha çokça da sefaletli yıllar…annemle birlikte tekrar köye geri dönmeleri; ve benim bir daha asla yuvaya dönmeyişim; dönemeyişim…

Bilmem ki onu öyle çileden çıkaracak şeyler yapmış mıydım hiç! Benim hiç bir şeyime karışmadı. Eve kaçta girip çıktığıma, arkadaşlıklarıma, ne okuyacağıma, büyüyünce ne olacağıma, paramı nerelere harcadığıma, kimle evleneceğime, öğrenciliğimde nerelerde kalacağıma, nerelerde çalışacağıma, nerede yaşayacağıma, ne zaman askere gideceğime…Elime para geçtiği de oldu, ihtiyacı vardı, ama tek bir kere bile istemedi. Zannediyorum, ben de mahcup etmedim kendisini…Benim, kitaplardan öğrenmeye çalıştığım yarım yamalak şeyleri, ilkokulu bile bitirmemiş bu adam nasıl da biliyordu!

“Sen, benden de iyisini bilirsin…” der geçerdi. Bu tavrı, bana olan güveninden miydi, yoksa aldırmazlığından, umursamazlığından mı, bugün bile hala tam anlayabildiğimi söyleyemem! Ben bazı konularda açıkça kendisine kızsam da, öfkemi yüzüne karşı haykırsam da, o çocuk yaşlarıma bakmadan kendisine biteviye akıl vermelere kalksam da bana öfkelendiğini hiç hatırlayamıyorum. Yıllar sonra, zaman zaman “keşke bir işime de karışsaydı” dediğim de olmuştur, bana bu kadar güvenip, büyük bir özgürlük tanımasına hayran olduğum da.

Sadece bir kaç tavrımı onaylamadığında, “Baba ol da anlarsın…’ demesini hatırlıyorum… Sanırım, o genç yaşlardaki kimi umarsızlıklarıma alınıyor olmalıydı. Burnumun dikine gittiğim o serazat yıllar…Annem’in ısrarına rağmen üniversite için İstanbul’da onlarla birlikte kalmak yerine benim çekip Ankara’ya gitmem ve henüz 26 yaşımdayken Kanada’ya gitmek gibi hayati kararlarıma sıcak bakmadığı zamanlar… “Baba ol da anlarsın…” İki oğlundan biriydim, küçük olanı.

….

Evet, en son görüştüğümüz 2013’ün o mesut yazının üstünden 6 yıl geçmiş. Dile kolay…

Şimdi, sizi işte bu son ayrılıktan tam 12 yıl öncesine götüreceğim, 2001’e. O genç yaşta 28 Şubat Türkiye’sinden ayrılıp Kanada’ya  yerleşme kararı aldığım zamana.

Hiç unutamayacağım bir anım var babamla ilgili; gözümün önüne geldikçe burnumun direklerini sızlatan bir resimdir o…

Evet, gözü pek de yaşlı olmayan babamın, çocuklar gibi agladığı anlar.…İsmail Sezen’in kendisini tüm çıplaklığıyla, acziyetiyle gösterdiği o baba halini hiç unutamıyorum. “İşte benim babam” dediğim o anı!

Ben, vedalaşmaları evde yapmayı tercih ediyorum; benim için gerçekten zor geçen o binbir duyguyu aynı anda yaşadığım o zor anları terminallere, havaalanlarına bırakmak ayrılık acımı daha da pekiştiriyor, sonraları da, mesela otobüse, trene, vapura, uçağa binince bu özlem yüklü anılar gönlümü yaraladıkça yaralıyor.

Genç yaşımda “elveda vatan, elveda anne, elveda baba” dediğimde sabahın erken saatlerinde herkesle sıkı sıkı kucaklaştığımızda, babam, “ben de geleceğim sizle havaalanına” demişti. Ne kadar zorlasam da, baba zahmet etme desem de atıverdi kendisini taksiye! Öne oturdu. Yolda, kendisini rahatlatmak için bazı şeyler söylesem de, pek konuşmadı.

Baba müsterih ol, en geç bir yıla döneriz” diyerek teskin etmeye kalkıştım kendisini. Yok, nafile! Lal kesilmişti adeta! Belki de babalara mahsus bir gözle benim göremediklerimi görüyordu. Bana gönül koyduğunu tahmin ediyordum. Lisan diliyle olmasa da, görebiliyordum ki her haliyle “gitme kal…” diyordu. Gözgöze gel(e)medik. Cerrahpaşa’dan Yeşilköy’e kadar neredeyse hiç konuşmadı. Babam, o yağmurlu, boğucu İstanbul sabahında taksinin penceresinden dışarıya bakıyordu mütemadiyen; sanırım ağlıyordu da…

Havaalanında, taksiden inince uzun uzun kucaklaştık. İşte o anda daha fazla tutamadı gözyaşlarını; artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordu koca adam. Hayır, bu ağlamaktan daha başka bir şeydi…

Beş dakika kadar öylece kalakaldık; “anneme iyi bak, kendine iyi bak, her şey güzel olacak baba” yollu laflar döküldü dudaklarımdan… Ayrıldık.

İşlemler yapıldı, bavulları teslim ettik. Yürüyen merdivenlerle üstkata çıkarken cesaretimi toplayıp da geriye baktığım o anda gördüm babamı… Dışarıda telaşlı telaşlı ordan oraya yürüyor, bizi bir şekilde son kez görebilmek için çırpınıyordu; ben onu şimdi tüm netlikle öylece görebiliyorsam da, o bizi, oğlunu, gelinini ve 7 yaşındaki Eren’ini, göremiyordu; görmek için ordan oraya hareket edip duruyordu. Aynalı camlardan içerilere bakıyordu. Yüzündeki acılı, endişeli ifade uzaklardan da okunabiliyordu. Kendisini o şekilde görmek sarstı beni. Telefonla aradım. “Baba nerdesin, bindin mi tranvaya?”

Hıçkırıktan konuşamadı(k)…

Sevgili babamı son kez kucakladığım 2001’in o Ağustos sabahından yıllar sonra görebilecektim…Yaşlanmış, çökmüş, daha da sessizleşmiş olarak…

….

Kendisini bir daha dünya gözüyle görür müyüm bilemiyorum; ama benim için ahiretin var olduğuna en büyük delil, orada babamı görme ihtimalidir. Buna çok inanıyorum.

Canım babam, keşke yaşlılığında, bana en çok ihtiyaç olduğu bu ahir ömründe yanında olabilseydim. Şu anda yattığın hasta yatağının başında senle olsaydım! Annemin “açılan her kapıya sen içeri girecekmişssin gibi bakıyor” dediği gibi keşke o kapılardan son bir kez dahi de olsa içeri girip, sana doyasıya sarılabilseydim.

İnşallah babacığım…

Bir gün tekrar görüşürüz. Kucaklaşırız.  Sen yine çay demlersin, yine saatlerce otururuz… Sen yine çocukluğunda gece yarılarında koyunlarınla köy mezarlığından geçerken nasıl bağıra bağıra Fatihalar okuyup da tüm ölüleri ayağa kaldırdığını anlatırsın… ve bir yandan da beni süzersin uzun uzun…

Bu son cümleyi yazınca kalktım odasında uyuyan oğlumun yanına gittim; yüzünü seyrettim, kokladım, öptüm…

Evet baba, “Seni artık çok daha iyi anlıyorum.”…

2 COMMENTS

Comments are closed.