Kendinizden kısaca bahseder misiniz?

Eş, Baba, Hukukçu.

Dünya Adalet Projesi (WJP) tarafından hazırlanan ve ülkelerdeki hukuk sistemlerini değerlendiren “2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi” verilerine göre Türkiye’nin 113 ülke arasında 101. sırada yer aldığı açıklandı. Türkiye’nin, 2014 tarihli aynı endeks sıralamasında ise 59. sırada bulunduğu açıklanmıştı. Öncelikle, kısa süre içinde bu büyük değişikliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre Türkiye’de ‘hukukun üstünlüğü’ hangi düzeyde? Yine buna bağlı olarak, sizce yargının bağımsız ve tarafsız olması ne anlama geliyor? Yargıdaki kadrolaşma iddialarını da göz önünde bulundurursak, “Akp Yargısı’’, “Cemaat Yargısı’’ gibi kavramlar ne anlama gelmektedir?

Türkiye 03 Kasım 2002 tarihinde tek başına bir iktidar ile tanıştı. 2018 yılının ortalarına geldiğimiz şu günlerde bu siyasi iktidarın 16 yıllık kesintisiz yönetimini görüyoruz. 16 yıllık yönetim dönemi tabi ki tek düzelik içermiyor. Bu 16 yıl içerisinde siyasi, hukuki, ekonomik ve toplumsal birçok değişiklik gördük, yaşadık, tecrübe ettik. 2002 yılının sonunda yapılan seçimlere kadar ülkede siyasi iktidarda istikrar problemi yaşadığımızda hiçbir şüphe yok. Mevcut iktidar da bu siyasi beklentinin bir tezahürü olarak siyaset sahnesine çıktı ve bir anda başrol üstlendi.

Ben siyasi iktidarın bu 16 yıllık serüvenini birden fazla parça içinde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Örneğin siyasi güç bakımından 2002-2007 yılları arası ülkede siyasete yön veren farklı dengelerin olduğunu, askeri bürokrasi ve özellikle derin devlet yapısının siyasi iktidarı hazmedemeyişi ve çevrelemesini görmemek için gözlerin kapalı olması gerekir. 2006-2007 Cumhurbaşkanlığı seçim dönemi öncesi, süreci ve sonrasında bu ülkenin nasıl bir demokrasi sınavından geçtiğini hepimiz gördük. 2007-2012 döneminde seçilen yeni Cumhurbaşkanı Abdullah Bey ile seçim sonuçları siyasi iktidarın istediği şekilde sonuçlandı ve bu dönemde siyasi güç özellikle yürütme açısından ciddi anlamda arttı, ayakları yere basar hale geldi.

2007-2012 yıllarını bir bütün halde hukuki açıdan değerlendirmek gerekirse, AKP’nin gerek kuruluş bildirgesinde gerek sonraki dönemde hükümet planlarında Avrupa Birliği adaylığı için yoğun şekilde uyum yasaları yaptığı, bu uyum yasalarının da uluslararası hukuk standartlarını yakalama adına ciddi ve gayretli girişimler olduğu açıktır. Tabi burada tek başına bir yasama organının bu kararları aldığını ve AB uyum yasalarını oluşturduklarını kabul etmek ve tüm bu iyi gelişmeleri yasama ve yürütmenin siyasi kanatları ile sınırlamak işin geri planında çalışanlara haksızlık olur.

Kimdir bunlar? Bunlar devletin siyasilerle birlikte değişmeyen, en azından büyük çoğunluğu işini her iktidar döneminde sürdüren bürokratik kadrosu ve değerli hukuk akademisyenleridir. Adalet bürokrasisinde ve üniversitelerde görevli bu kişiler bu değişim ve demokratikleşme sürecinde ismi bilinmeyenlerdir. Zaten yasa yazım tekniğini bilmeyen hatta hukukçu olmayan siyasilerin oturup yasa metni hazırlaması da mümkün değildir. Siyasi iktidar ise bu hukuki ve demokratik değişimin gereğine inanarak hareket etmiş ve bu yasa değişiklikleri yapılmıştır. En azından ben hala öyle olduğuna inanmak istiyorum.

2012-2014 dönemi ise bence hukuki anlamda bir durgunluk dönemi. Bu dönemde siyasi iktidarın bir takım plan değişikliğine ve hatta tepeden inme bir bürokratik yeniliğe gittiğinde şüphe yok. Türkiye’de her iktidarla birlikte yeni bir bürokratik kadro oluştuğu en azından üst düzey bürokratların değiştiği maalesef bir gerçek. Ama hiçbir dönemde bu kadar köklü ve tepeden inme, liyakat şartının yok edildiği bir taban değişikliği olmamıştı.

2014 ve sonrası yani yaklaşık 4 yıllık dönem ise hukukun öyle ağır ağır değil tepesine vura vura yok edildiği bir dönem bence. 2012 yılına kadar uluslararası hukuk standartlarını yakalama adına ne tür değişiklikler yapıldı ise bu değişiklerin birçoğundan gerekçesiz olarak vazgeçildiğini gördük. Kimisi kanun değişikliği ile oldu kimisi de Anayasa’yı fiilen yok eden OHAL KHK’ları ile. Bu konuda sadece bir örnek vererek konuyu açıklamak istiyorum:

Yanlış hatırlamıyorsam 2010 yılına kadar 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununu 153.maddesine göre, bir soruşturma sırasında soruşturmanın güvenliği tehlikeye düşmesin diye ilgili mahkemeden karar alınıp dosyanın taraflarının dosyadan bir örnek alması engellenebiliyordu. Yani dosyadaki avukat savunma öncesinde gidip benim müvekkilim ile ilgili dosyada ne var ne yok bakalım ona göre savunma yapalım dediğinde dosyada kısıtlama kararı gizlilik kararı olduğu söylendiğinde geri çevrilebiliyordu. 2010 yılında ya da 2011’de uyum yasaları çerçevesinde bir değişiklik ile bu yasa hükmü değiştirildi. Çok önemli bir değişiklikti bu çünkü doğrudan savunma hakkı ile ilgiliydi. Zaten bir ülkede hukuk sistemi adına savunma hakkını yok ettikten sonra başka bir şeyin ayakta kaldığını söylemek mümkün değildir. Savunma yani kişinin iddialara karşı masumiyetini ortaya koyması, yahut suçlu ise bile amacını açıklaması, suçun vasıf ve tayini için yargılanan, soruşturulan kişinin kendini söz ve yazı ile ama özellikle sözle ifade etmesidir. Peki insan ne ile suçlandığını bilmeden savunma yapabilir mi? Yapamaz elbette.

AİHS’nin 6.maddesinde Adil Yargılanma hakkı içinde düzenlenen savunma hakkı, adalet sisteminin güvence altına alması gereken en önemli haklardan biri olma özelliğine sahiptir. Türkiye cumhuriyeti de yasasında savunma hakkına ağır bir darbe vuran bu hükmü kaldırdı. Demokratik bir hareketti. Hukuki bir hareketti. 2014 yılı sonlarına geldiğimizde birkaç yıl önce kaldırılan bu hüküm yeniden yasaya eklendi. Yasama organı tarafından hem de. Daha önce bu yasayı değiştiren vekillerin çoğu bu kez değiştirdikleri yasa metnini yeniden eklediler. Neden bu değişikliğe el kaldırdı vekiller? Bence çoğu bilmiyordur bir iki yıl önce bu değişikliği yine kendi el hareketleri ile yaptıklarını. İşte savunma hakkı gibi çok temel, vazgeçilmez, tecavüz edilmez, sınırlandırılmaz bir hak birkaç yıl önce olması gerektiği gibi korunurken birkaç yıl sonra yine aynı kişiler tarafından korunaksız hale getirildi. Gerekçesi ise hükümetin cemaate başlattığı operasyonlar. Gerek gözaltına alınacakların gerekse avukatlarının elleri kolları bağlı olsun herhangi bir evrak görmeden savunma yapsınlar diye bu değişiklik yapıldı. Başka bir gerekçesi yok.

Diğer yandan 20 Temmuz 2016’dan bu yana süren OHAL dönemi var. Anayasa’nın askıya alındığı malum. Yasama organının yapacağı işler 25-26 bakan tarafından yapılıyor. Hoş bu çalışmayı da onlar yapmıyor. Yine bir bürokratik kadro hazırlıyor ama bu kadro bu kez OHAL kadrosu. Ceza Muhakemesi Kanununda bir değişiklik yapılıyor. Tüm ülkedeki yargılamaları etkiliyor. Ama bunu yapması gereken yer meclis iken 25 kişinin imzası ile KHK çıkarılıyor. OHAL KHK’larının da belli şekli şartları var. İçtüzüğe göre belli süre içinde kanunlaşmaları için meclis gündemine alınmaları lazım. Ama bakıyorsunuz üzerinden 2 yıla yakın zaman geçmiş hala KHK meclis gündemine getirilmemiş.

Özellikle yasal değişikliklerin bu şekilde kanun yazma sistematiği dışında sadece devam eden yargılamalarda görevli kolluk, savcı ve hakimlerin işini kolaylaştırmak için yapılması hukuka ağır darbedir. OHAL kalkınca kendiliğinde kalkacak metinlerin tüm hukuk sistemini bağlayıcı bir hal alması ileride ciddi tehlikeler oluşturacaktır. Mesela yüzbinlerce insan OHAL KHK’ları ile işinden atıldı. İdare hukuku ve idari yargı Türkiye’de özel bir alan. Ve kendi kuralları kendi sistematiği var. Ama bu da bir yargılama ve bu yargılamaya konu olan idari işlemler için de yargılama için de mutlaka olması gereken savunma hakkı. Bakın yine döndük savunma hakkına. Ama Türkiye’de 2 yılda 150 bine yakın insan mesleğinden atıldığını internette listelerin açıklanması ile öğrendi. Savunmaları alınmadı. Üzerine bir de bu işleme karşı yargı yolu kapandı.

Sonra aradan aylar geçti de uluslararası hukuk camiası özellikle AİHM iç hukuk yolu olmazsa biz bakmak durumunda kalırız gibi bir açıklama yapınca bu kez de komisyon kuruldu. Komisyonun kararına karşı da tekrar idari yargı yolu açıldı. Yani bu hukuka aykırı işlerin dava edilebilmesi için süreç her birey açısından en azından bir yıl ötelenmiş oldu. İçler acısı bir hal. Şu an çalışma sistemi ise sen atıldın masumluğunu ispatla. Peki en basit hukuk devleti ne diyor, suçluluk sabit oluncaya kadar herkes masumdur. Yani esas olan masumiyet. İstisna olan suçluluk. Şimdi takip ediyoruz onbinlerce başvuru içinde bine yakın insan işine iade edilmiş. Yani sadece bu bin insan bile masum olsa ve işine dönse bunun için bile bu komisyonu kurmak gerekir. Ama bundan daha önce bu komisyona gerek kalmadan savunma alıp idari tasarruflar ile soruşturma ve disiplin kararları verilmesi gerekirdi. Önce mağdur et sonra işine iade et. Bu sistemi hukuk mantığı kabul etmez ama 2018 Türkiyesinde bunlar lütuf olarak görülmeye başlandı.

Onbinlerce insan aynı gerekçelerle tutuklu. Cezaevleri doldu taştı. Bine yakın bebek de annesi ile içerde. Anne baba içerde olup çocukları yurtlara verilenler var. İşkenceler ve öldürmeler ve tecavüzler artık sıradanlaştı. Birçok uluslararası resmi ve sivil kuruluş yaptığı gözlem ve hazırladıkları raporlarla bunu belgeledi. Değişen bir şey yok. Hala kadınlar namusları ile tehdit edilip istenen şekilde ifade alınıyor. Hala kaçırılıp haber alınamayan insanlar var. Verilen cezaların fiillerle ilgisi yok. Siyaset yargılama takvimi belirliyor ve 20 Temmuza kadar darbe davaları bitecek diyor. Yargılamanın ne zaman biteceğine hükümet karar veremez ki Anayasa’nın 9.maddesine göre mahkemeler bağımsızdır. Her biri birbirinden de bağımsızdır. Kim ne zaman yargılamayı bitirirse o zaman hüküm verir. Bir takvim belirlemek doğru değil. Diğer yandan 15 Temmuz sonrası başlayan bir uygulama ile mahkemeler verdikleri kararları Adalet Bakanlığına bildiriyor. Her duruşma sonunda kaç kişi tutuklu kaç kişi tahliye ise bunu bakanlığa bilgi notu olarak gönderiyor. Bu durum yargılamaların tümü ile siyasi iradenin kontrol ve gözetiminde yapıldığını gösterir. Hukuk adına üzücü ve kaygı vericidir. Bu nedenle Türkiye’nin hukukun üstünlüğü endeksinde gerilemesini normal ama bir Türk vatandaşı ve hukukçusu olarak üzüntü ile karşılıyorum.

Akp yargısı olduğu kesin ama cemaat yargısı kavramına katılmıyorum. Cemaat yargısı denilen dönemlerde verilen kararlara ve uygulamalara bakın bir de bu dönemde verilen kararlar ve uygulamalara bakın. Yargıçları düşünceleriyle değil verdikleri kararlarla tartışırsınız, cemaat yargısı denilen dönemlerde yargı altın çağını yasamıştır, şimdi ise yukarıda bahsettiğim üzere yerlerde sürünen yargı dahi yok saray var, sarayın yargısı vr. Yargıçlar ve savcılar sarayın memuru konumunda maaşlı çalısan elemanları hükmünde, yakın zamanda bu hakım ve savcıların sandalye kadar hükümlerinin olmadığı anlaşılacak ama çok geç olacak.

Adalet Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre, 15 Temmuz sonrası, 2300’ ü aşkın hâkim ve savcı, 700 civarında da avukat tutuklandı. Ayrıca, 2000’in üzerinde hâkim, savcı ve 1000’in üzerinde avukat hakkında da soruşturma yürütüldüğü bilinmektedir. Bunlar, resmi rakamlar. Türkiye yargısının geçmişi de göz önünde bulundurulduğunda hal-i hazırda gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve yine buna bağlı olarak, darbeyi gerçekleştirdiği iddia edilen askerlerden önce hukukçulara operasyon yapılmasını nasıl açıklıyorsunuz? 15 Temmuz darbe girişimin hemen akabinde, on binlerce kamu personeli, öğretmen, doktor, hemşire, işçi, hâkim, savcı vs. –darbede yer aldıkları, darbeci oldukları- gerekçesiyle bir anda görevden alındılar, ihraç olundular, mallarına el kondu ve birçoğu da hapse atıldı. Hem ihraç hem de gözaltı işlemlerini dikkate aldığınızda bu insanlarla darbe arasında nasıl bir bağlantı kuruldu? Gerçekten bu insanlar darbeci miydi, darbenin neresinde yer almışlardı? Son olarak da sizin 15 Temmuz darbe girişimi hakkındaki görüşünüzü merak ediyorum.

Normal bir hukuk devletine hakimler de savcılar da avukatlar da devletin yargı organı dışında yürütme ve yasama organında görevli olanlar da kısacası mesleki istisnası olmadan herkes yargılanabilir. Tabi suç işlerse. Anayasa’nın 10.maddesi kanun önünde eşitliği düzenlemiştir. Tabi yasama organı devletin bazı memuriyetlerini yargılanmasını sıradan vatandaşlar gibi kolay kılmamıştır. Bir hakim bir savcı bir avukat ya da memur ağır cezayı gerektiren suçüstü haller dışında doğrudan soruşturma ve kovuşturmaya muhatap olamaz. Ama maalesef Türkiye’de 15 Temmuzdan sonra binlerce hukuk insanı birçoğu görevli olduğu mahkeme salonlarından, kurul toplantı salonlarından savcılık odalarından yaka paça gözaltına alındılar. Ellerinde hakim cübbeleri ile polis araçlarına bindirildi bu ülkede danıştay ve Yargıtay hakimleri. Görevi başında iki AYM üyesi gözaltına alınıp tutuklandı. Yargılama yapan hem de bu davalara bakan mahkemelerde görevli hakimler duruşma aralarında kelepçe takılıp götürüldü. Bu dönem Türkiye tarihinde emsali olmayan bir dönem. Bu kadar hakimin ve savcının tutuklanması hukuki bir ayıp. Bu kararı verenler de onların meslek arkadaşları ama siyasi bir gaye ile binlerce meslektaşına bir anda terörist olarak bakmayı başarabilmeleri de onlar açısından dikkat çekici. Avukatlar yönünden ise bugün yapılan suçlamalara bakıyoruz neden bu adamın, bu polisin bu müdürün avukatlığını yaptın denerek suçlama yöneltiliyor. Buna nasıl cevap verilir. Avukat hukuki bilgisi ile para kazanan insandır. Müvekkil gelir avukatı bulur bazen avukat müvekkilini bulur. Karşılıklı anlaşma olursa avukat müvekkilinin vekil sıfatı ile işini görür. Dünyanın her yerinde avukatlık böyle yapılır. Neden onun bunun avukatlığını yaptın diye sorarsanız yine savunma hakkına saldırmış olursunuz. Avukatların hedefe alınması savunmanın yok edilmesidir. Kimsenin kendini savunmaya cesaret etmemesi içindir. Avukatı bile tutuklanan adam kendini nasıl savunsun.

Diğer yandan mahkemelerin ve savcılıkların teşekkülüne bakıyoruz içler acısı. Eskiden iki yıllık bir hakim savcılık sınavı sonrası küçük yerlerde tecrübe kazana kazana hakim savcı olunurdu. Şimdi 6 ay içinde mesleğe başlayan genç hakimler var 22-23 yaşında. Hayatın hiçbir tecrübesini görmemiş. Afedersiniz ağzı süt kokuyor. Hangi uyuşmazlıkta hangi yasa kitabını eline alacağını bilmeyen teorik bilgi ile okuldan çıkmış adliye binasına bile hayatında girmemiş 22-23 yaşındaki bir adamı alıp ağır ceza mahkemesine üye yapıyor sonra 25-30 yıllık hakimleri savcıları avukatları yargılatıyorsunuz. Bunun akılla izah edilebilir tarafı var mı. Avukat olarak girdiğim duruşmalarda buna şahit oldum. Kürsü de 30 yıllık başkanın yanında ayak ayak üstüne atan tıraş olmaya bile tenezzül etmemiş, giymiş rengarenk bir gömlek duruşmaya gelmiş hakimler gördüm ben bu altı aylıklardan. Ayrıca hakimliğe savcılığa siyasi olarak ciddi bir yönlerdirme olduğunu düşünüyorum.

Eskiden bu kadar yoğun değildi ama son üç yılda özellikle iktidar partisine yakın isimlerin hakim savcı olduğu gerçeği artık saklanmayacak durumda. Sosyal medya platformlarında da açıkça fikirlerini ideolojilerini yazıp çiziyorlar. Siyasi rüzgarın gücü ile ne kadar ayakta dururlar bilemem ama 20 yıllık bir hukukçu olarak bu halin tiksindirici olduğunu ifade edebilirim.

Kararnameler okunduğunda aslında ortaya çarpıcı gerçekler de çıkmıyor değil. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, bu kararnameler AKP’li bürokratlarca hazırlanamayacak kadar profesyonel. Neden bunu diyoruz, çünkü yargılama yapan hukukçularından gördüğümüz ve öğrendiğimiz kadarıyla hukuk nosyonu olmayan bir avuç AKP’li hukukçu var. Bu durum olayın perde arkasında yılların kurt ulusalcı hukukçuları olduğunu gösteriyor. Aynen kapatma davasında İşi Partili avukatların Abdurrahman Yalçınkaya yerine iddianame hazırlamaları gibi bir süreç. İnternet bilgisi ve bilgisayar kullanımı ortada olan eski hukukçuların basın taramasını İşçi partili avukatlar kadar kaliteli yapamayacakları nasıl bir gerçekse ağır cezaya tayin olduklarında elleri ayaklarına dolaşan bir avuç AKP’li hukukçunun da bugün Ohal KHK’sı yazması ve hatta bunu akıl edebilmesi mümkün değildir. Kararların altında imzası olanlar dahi bu KHK’ları okumamışlardır.

Zira hukuk dili sıkıcıdır ve hukukçu haricindekilerin mevzuat metinlerini okuyup idrak etmeleri de öyle pek kolay değildir. olaylar ilk cereyan ettiğinde idam getirip hepsini asarız diyen otobüs şoförü zihniyetlilerin hukukun temel ilkelerini bilmedikleri, ülkeyi hukukla değil gazla yönettikleri, yönettikleri kesimin cehaleti ile kendilerinin cehaletinin aynı olduğu da aslında ortala çıkmıştır. Hasbel kader içlerinde hukuk okuyanların da kalkıp efendim idam çıkarsak da geriye dönük uygulayamayız, bunu meydanlarda dile getirmesek demeleri hem korkudan belki daha da kötüsü kanunların geriye yürümezliği ilkesini onların da bilmemesinden kaynaklanıyor olabilir. İşte bu ahvalde meydanları canlı tutmak için de bir argüman olarak kullanılan idam yaygarasının o dönem özellikle hukuk nosyonuna sahip olmayanlarca avazı çıktığınca dillendirilmesi boş bir gürültünün değil hukuktan bi haber yobazlığın gürültüsüydü aslında. Zira ben yaptım oldu, kır kapıyı al mantığına sahip vicdan yoksunlarının darağaçlarını kurup ülkenin fidanlarını asması da bu akılla pek ala mümkün idi. Hele hele bu zulüm yönetiminin gücüne güç gururuna gurur katan o boş kalabalıklar… onlardı aslında baş aktör. Eğer yıllardır bu şakşakçılık devam etmeseydi ve azıcık kendilerine verilen beyin nimetini kullanıp ne yapıyoruz biz milletin malı otobüslerle meydanlara götürülüyoruz kalabalık oluşturup bayrak sallamaktan öte bir şey yapmıyoruz dün ak denene bugün kara deniyor ama biz bunu önemsemiyoruz meydanlarda onca hakaret ve gıybet edilip bizim de buna iştirakimiz sağlanıyor dün elleri öpülen insanlara bugün terörist diyoruz hakikaten biz ne yapıyoruz deselerdi bu zulüm gücü bu kadar artmayacaktı. Herkes kendi yolunu kendi seçti, kendi peşinden koştuğu gücü kendi büyüttü.

KHK oyunları ile ülkeyi şekillendiren zihniyete yakından göz atalım en iyisi. İlk KHK’nın tarihi 22/07/2016 yani Ohal ilanından iki gün darbe girişiminden 7 gün sonra. Normalde bu KHK’da yapılması beklenen şey ne olmalı. Darbeci diye kamuoyuna tanıtılan ve işkenceler sebebiyle yüzü yara bere içinde kalan askerlerin atılması. Ama öyle olmadı. İşe önce cemaate ait hastanelerin, vakıf, dernek, federasyon, okullar, üniversiteler, yurtlar ve pansiyonların kapatılması ile başlandı. Bu listeler 28 Şubat’tan bu yana her ay güncellendiği ve güncellemeyi başbakanlık müsteşarı ile o dönemin Genelkurmay İstihbarat Birimleri birlikte yaptıkları için 934 kolej, 109 pansiyon yurt, 35 sağlık kuruluşu, 104 vakıf, 1125 dernek, 15 üniversite, 19 sendikaya ait listeyi 7 gün içinde oluşturmak zor olmadı. Yani bu listeler AKP iktidar olduğu günden beridir zaten her gün güncellenerek hazır tutulmuştu. Bir dipnot olarak şunu belirtelim ki bugün kapatılan bu kurumlar o listede sadece F.Gülen grubu olarak belirtilenler. Diğer bütün cemaat ve tarikatların da aynı şekilde tüm kurumları aylık istihbarat raporları ile belirlenmiş durumda.

İşte henüz ilk KHK’da bu kurumlara yönelik kapatma kararlarının alınması akıl sahibi herkes tarafından sorgulanmak zorundadır. Eğer bir darbe var ise bu darbeyi yapan vakıf mıdır pansiyon mudur yoksa kolej yahut özel hastane midir? Yoksa silahını kullanan asker midir? Tabi eğer darbe varsa…

İlk kararnamede dikkat çeken bir diğer ayrıntı ise kamu görevlileri hakkında idari tahkikat yapılması yahut kurumla ilişiklerinin kesilmesi için her kamu kurumuna özel bir tahkikat ekibi belirlenmesi ve bunların kararı ile asker, polis, hakim savcı kişilerin meslekten atılmaları planlanmış iken sonraki kararnamelerde sanki önceden bu konu hiç belirlenmemiş gibi doğrudan meslekten atmaların yaşanmasıdır. Bu durum aceleciliğin ve iş bilmezliğin bir delilidir.

668 Nolu kararnamede ise darbeyle ilgisi olduğu iddia edilen binlerce askerin silahlı kuvvetlerden ilişiği kesilirken cemaat ile ilişkisi olduğu iddia edilen Televizyon kanalları, haber ajansları, radyolar gazete ve dergiler de kapatılmış oldu. Birçoğuna zaten kayyım atanmış olan bu kuruluşların darbe gerekçesi ile kapatılması ve askerler ile aynı KHK’da bir kısım kararların verilmiş olması da ayrıca dikkat çekicidir.

669 sayılı KHK ile yine çok sayıda TSK ve Jandarma Genel Komutanlığı personelinin görevine son verilmiş, ayrıca Harp okullarının kapatılarak yerine milli savunma üniversitesi kurulması kararlaştırılmıştır. Tüm KHK’lar için dikkat edilmesi gereken bir ayrıntı 1.maddedeki amaç cümlesinde ülke genelinde ilan edilen olağanüstü hal kapsamında, darbe teşebbüsü ve terörle mücadele çerçevesinde zaruri olan tedbirlerin alınması” şeklinde bir gerekçe belirtilmiş olmasına rağmen zaruri olmayan bir kısım uygulamalara da acele ile başvurulmuş olmasıdır. Örneğin bu KHK ile milli savunma üniversitesi kurulmasında nasıl bir zaruret bulunmaktadır. Zaruretin kelime manasını bilmeyen toplum kurulan bu yeni üniversiteye imam hatip kökenli öğrencilerin de alınacak olması ile ordunun peygamber ocağı haline getirileceğine inandırılmıştır. Bu saçma gerekçeye inanan tek grup maalesef kültür seviyesi yerin dibinde olan bir topluluktur. İHL’lerin ahlaki ve dini eğitim düzeyi çocuğu yahut herhangi bir yakını orada okuyan birçoklarınca bilinmektedir. Geneli zan altında bırakacak beyanlardan sakınmakla birlikte yapılan bu hamlenin aslında bir siyasi görüşün asker düşmanlığının bir tezahürü olduğunu kabul etmek durumundayız. Yıllarca askere kafir nazarı ile bakan ancak kendisi de en çok cumadan cumaya namaza giden, Müslümanlığı ince bir sakal bırakmak ve selamünaleyküm demekten ibaret sanan yobaz bir aklın, aklı başında, kültürlü, dine saygılı ve dini inancını da kendi içine yaşamasını bilen, devletçi ve milliyetçi kahraman askere saldırısıdır aslında Harp okullarının, askeri liselerin ve harp akademilerinin kapatılması. KHK’da Milli Savunma üniversitesinin kuruluşu, rektrör ve yardımcılarının seçilmesi gibi detaylar dahi düzenlenmiştir. Var olan Harp okulları ve astsubay meslek yüksek okullarının üzerinde bir üniversite kurularak acele ile böyle bir yapılanmaya gidilmesi askerin zayıflatılması için atılmış siyasi bir adımdır. Mevcut siyasi iradenin istediği nitelikte subayların buralardan mezun olması en iyi ihtimalle 4 yıl, astsubayların ise 2 yıl alacağı da dikkate alındığında yapılmak istenenin KHK’nın amaçladığı zaruri bir değişiklik olmadığı hedefin kısa süreli bir plan değil, uzun soluklu ve siyasi düşüncesi olan bir çalışma olduğu ortaya çıkmaktadır.

Harp akademilerinin kapatılması ile askerin kurmay zekası da ortadan kaldırılmıştır. Askeri bürokrasinin yüz akı olan kurmay sınıfı siyasi ideolojilere boyun eğmemesi, teknik ve akademik donanımı ile bilinmektedir. Kurmaylık sınıfının kaldırılması ile her subayın general olmasının yolu açılmış, siyasi otoritenin kendine yakın gördüğü kişileri general yapması kolaylaşmış liyakat şartı da ortadan kalkmıştır.

Bu değişiklik ile birlikte harp okullarında okuyan öğrenciler de ÖSYM tarafından puanlarına göre sivil üniversitelere dağıtılmıştır. Hatta 30 Ağustosta rütbe takacaklar da bu haklarından mahrum bırakılmış ve sivil bir üniversiteden diploma verileceği belirtilmiştir. Bir yandan milli savunma üniversitesi kurulurken diğer yandan bu üniversitenin öğrencileri olması gereken kişilerin başka sivil okullara nakledilmesinin ve mezun olacakların başka okullardan mezun edilmesinin hiçbir ahlaki, hukuki ve vicdani izahı yoktur. Yine aynı KHK’da Gata ile ilgili bu denli detaylı çalışmaların yapılmış olması darbe öncesinde ciddi bir hazırlık olduğunun en açık izahıdır. Ancak flu olan kısım bu detaylı KHK’ların kim tarafından ne zaman yazıldığıdır. Zira GATA’nın devredilmesi ile ilgili hükümlerin teknik meseleler olduğu değerlendirildiğinde, GATA’dan yönetici konumundaki yüzlerce görevlinin gözaltına alınıp tutuklandığı bir ortamda, birkaç gün içerisinde KHK’da yazılı hususların hukuki bir metin haline getirilmesi de imkan dahilinde gözükmemektedir.

Yine özellikle askeri yargı olmak üzere askeri sistemi düzenleyen yasa metinlerinde çok detaylı önemli değişiklikler de yine bu KHK ile yapılmıştır. Birkaç maddelik yasa metinlerinin bile hazırlanması uzman komisyonlarca yapılıp günlerce tartışılıyor iken askeri sistem için hayati öneme sahip olan bir kısım kanun değişikliklerinin birkaç gün içerisinde yapıldığına en azından hukukçuların inanması mümkün değildir. ve şunu tekrar ifade etmek isteriz ki bu metinlerin AKP nin sadece mesai saatinde çalışan bürokratlarınca hazırlanmasına imkan yoktur.

Darbe gününden tam bir ay sonra 15/08/2016 günü çıkarılan 670 nolu KHK incelendiğinde ise bazı kamu kurumlarından, Türk Silahlı Kuvvetlerinden, Sahil Güvenlik Komutanlığından, Emniyet Genel Müdürlüğünden binlerce kişinin meslekten çıkarılmasına karar verilmiştir. İlk listelere göre bu kişilerin sonradan belirlenmesi cadı avındaki süreklilik ve ihbarlardan kaynaklanıyor olabileceği gibi bir anda çıkacak geniş bir ihraç listesinin ihraçlara olan güveni de sarsacağı da düşünülmüş olabilir.

Ancak şunu da ifade etmek isteriz ki her ortamda gündeme getirilen darbe şehitleri/maktulleri ile ilgili düzenlemenin, ancak bir ay sonrasına yetişmesi ve bu kararnameye konu edilmesi, bu çalışmaların öyle bir iki günde yapılmasının mümkün olmadığını da ortala koyan sağlam bir delildir. Bu denli önemli olan bir konuda bir aylık süre hukuk sistematiğine uygun bir araştırma için makul kabul edilebilecek bir süredir. Ancak bundan daha kapsamlı ve ince bir çalışmayı zorunlu kılan ihraç listelerini çok kısa sürede tamamlanması soru işaretlerini artırmaktadır.

671 ile çok sayıda kanunda esaslı değişiklikler yapıldı. Özellikle KHK’nın 31.maddesi ile 3713 sayılı TMK ya eklenen 20/A maddesi ile hakkında bu soruşturma kapsamında işlem yapılanların malvarlıklarına, darbe girişimi sırasında gerçek, tüzel kişiler ile kamunun uğradığı zararların tazmini için el konulabileceği şeklinde ağır bir hüküm eklendi.

Yine KHK’nın 32.maddesi ile de Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin infazı hakkında kanuna eklenen geçici madde ile infaz sürelerinde ciddi anlamda değişiklik yapılıp, hırsız, dolandırıcı, silahlı-bıçaklı yaralama sanıkları, rüşvetçiler, gaspçılardan müteşekkil 30 bin kişi denetimli serbestlik ile salınmıştır.

ByLock konusu çok tartışılıyor. Bunu biraz açar mısınız? ByLock’un özellikle vurgulanmasının sebebi ne? ByLock kullanılması bir hata mıydı?

Beni bir hukukçuyum ve Bylock konusuna da sadece hukuki açıdan bakarım. Bylock herşeyden önce bir iletişim aracı. İnternet üzerinden kullanılabilen bir iletişim aracı. Dünyanın hiçbir yerinde bir iletişim programını kullanmak suç değil. Mesela telefon kullanmak tek başına suç değil. Ama siz telefonla konuşurken karşıdakine hakaret ederseniz suç oluşur. Bylock eğer bir iletişim aracı ise yazılımını kim yaparsa yapsın kişiler suça dair bir anlaşma, suç işleme planı yapmıyorlar ise sadece bunu kullanmak suretiyle kimse suçlanamaz. Hepimizin bildiği üzere Bylock kullanım iddiası 15 Temmuz’dan hemen sonra sahneye sürüldüğü ve darbeye katılanların bu program üzerinden yazıştıkları iddia edildi böyle olunca alıcısı da çok oldu ama sonradan öğrenildi ki program 2016 yılı başında kullanımdan kalkmış. Kullanıldığı sırada gizli saklı da değilmiş. Google playstore ve apple marketten 1 milyona yakın indirme olmuş. Bir milyon bir uygulama için gayet iyi. Programın kripto özelliği olması falan bunlar onu suç unsuru yapmaz. Çünkü artık piyasadaki tüm haberleşme programları kriptolu ve Bylock ile ilgili yazılan teknik raporlara baktığımızda kesinlikle bir telegram bir viber bir whatsapp gibi başarılı bir güvenlik sistemi de yok. bunlar genel bilgiler.

Diğer yandan Bylock kullanımına dair bilgileri MİT hackleme yöntemi ile elde etti. Bu elde edişten sonra bu bilgiler Emniyet ve savcılık ile paylaşıldı. Sonra emniyet bunlar istihbari diye kendi içinde bir araştırma yapınca veriler geri alındı. Sadece Ankara CBS’ye verildi. Ve Verilerin elde edilmesi üzerinden yaklaşık 6 ay sonra Ankara’da bir sulh Ceza Hakimi inceleme kararı verdi. Dikkat edin. Veriler elde edildikten sonra. Ama bizim mevzuatımızda elektronik yahut dijital delillerin incelenmesi, el konulması kopyasının alınmasına imkan veren CMK 134.madde işlemden önce mahkeme kararının varlığını zorunlu tutuyor. Yani daha ilk düğme yanlış iliklendi. Diğer yandan MİT ancak casusluk kapsamında adli delil toplayabilir bu MİT yasasında açıkça belirtilmiş. Diğer suçlar kapsamında ise ancak istihbari verilere ulaşır. İstihbari veriler ise delil olmaz. Şüphe olabilir ama bir suçun ispatı için kesin kanıt olamaz. Bu nedenle daha usul bu açıdan ihlal edilmiş halde. Bunlara sonradan inceleme kararı alınması yazışmaların emniyet üzerinden yapılması adli hüviyet kazandırmaz. Hırsızlık malına etiket yapıştırıp tezgahta satmak gibi bir şey bu. Usul esastan önce gelir. 134 detaylı bir hüküm. Dijital nasıl kopyalanır muhataba ne verilir kopya alınamaz ise ne olur… Bunların hiçbiri yok. MİT ben birşeyler buldum program serverını hackledim senin de ismin burda var diyor. Olay bu. Doğrulama yolu ne peki BTK’dan gelen CGNAT kayıtları.

Şimdi birçok dosyada gördük ki CGNAT kayıtları HTS yani normal telefon kayıtları ile tutarsız. Telefon İstanbul’dan baz veriyor CGNAT Ankara’dan. Bu tutarsızlık bile tek başına bunla hükme varılamayacağını gösteriyor. Ama daha buna gelmeden önce Türkiye’de internet trafik bilgileri 5651 sayılı yasaya göre en çok 2 yıl kayıt altında tutulabiliyor. İlgili yönetmelik ise bunu 1 yıl ile sınırlamış. Ama davalara bakıyorsunuz. 2017 yılında açılmış bir davaya 2014 ağustos 2015 aralık ayları arasındaki veriler delil olarak sunuluyor. Ne bu? Yasak delil. Yasak delille hükme varılmaz. Devlet demiş ki GSM firmalarına en çok iki yıl bunların kaydını tut. Sonra mahkeme demiş ki 2017 yılının Aralık ayında bana bu adamın CGNAT kayıtlarını yolla. GSM firması 2014 yılı Ağustos’tan itibaren veri yollamış. Bunların otomatik olarak silinmesi gerekirdi. Neden silinmedi? Bu aslında ciddi bir ulusal güvenlik sorunu. Ticari amaçlı şirketler milyonlarca insanın kişisel bilgilerini yasanın verdiği talimatın dışında saklı tutuyor. Bu ileride ciddi tazminatlara sebep olacaktır. Tabi cezai boyutları da vardır. Şu an Türkiye’de faaliyet yürüten üç GSM firmasının bu kayıtları illegal olarak tuttuğu gerçeği bu firmaları ciddi mali kayıplara da uğratır.

Diğer yandan MİT tarafından hazırlanan raporda Bylockserverlarına17/11/2014’ten sonra Türkiye IP’lerinden erişimin mümkün olmadığı bu sebeple VPN kullanılması gerektiği söyleniyor. Bu ne demek. . Yani halkçası siz Türkiye’de faaliyet gösteren Türkcell, Vodafone, Avea isimli firmaların GSM hatlarından, bunların internet hatlarından Bylockserverına bağlantı yapamazsınız. Bylock sunucusu bağlanmayı engellemiş. Bunun için VPN kullanılması gerektiğini söyleyen yine MİT. Amaç IP’ler tespit edilmesin diye. Yani siz bir VPN programı kullandığınız zaman önce o VPN programının serverına gidiyorsunuz o sizi hedefe yönlendiriyor. Ama bağlantı noktanız Bylock IP’si değil VPN IP’si oluyor. Dolayısıyla servera bağlantı olmadığından hedef IP olarak Bylock hedef IP’lerin görünme ihtimali yok. Bu teknik olarak imkansız. GSM operatörlerinin bu bilgiye ulaşması mümkün değil. Ama bakıyorsunuz CGNAT kayıtlarına 17/11/2014’ten sonra da kayıtlar var. Bu tarihten sonra bir tane bile sinyal kaydı olması doğrulama için kullanılan bu verilere güven olmayacağını ispatlar. Bu teknik ama çok önemli bir konu.

Bylock bir iletişim aracı olarak kabul edilirse bu durumda iletişim tespiti için CMK 135.madde kapsamında iletişimden önce alınmış bir mahkeme kararı lazım. Ama MİT çalışmasında bu karar yok.

Bylocknserverlarını bir dijtal delil olarak kabul edersek bu durumda CMK 134.madde kapsamında, elde etme işleminden önce verilmiş bir mahkeme kararı olması lazım. MİT çalışmasında bu da yok. Yani hukuki ve usuli hiçbir şey yok.

Bylock delil güvenliğinin türkiye’de sıfıra indiği bir durum oluşturdu. Yarın birileri siz de xy isimli bir iletişim programı kullanmışsınız alın bu da serverı hackledik, bu da cgnat kaydı derse hiç sürpriz olmaz. Belirlenen ve imhası istenen düşmanın yok edilmesinde acımasız, hukuk dışı ve kabul edilemez yöntemler bunlar. Suç ve cezada aslolan fiildir, bylock kullandıgı iddia edilen kişiler bu program ile suca konu hangi fiili işlemişler buna bakmak gerekir. Öncelikle fiile bakmak gerekirken hiçbir eyleme bakmadan bylock programı olanları direk örgüt uyeliğinden cezalandırmak evrensel hukukun ırzına geçmektir. Evrensel hukuku tanımayan gürüh bir gün tanımadıgı hukuka muhtaç olacak. Netice olarak bylock ile ilgili verilen tüm kararlar bozulacak ve magdurlar devletten ciddi tazminat alacaklar.

Cemaat, Ergenekon ve Balyoz davaları sebebiyle de çok eleştirildi. Bu davalarda bir hukuksuzluk yapıldı mı sizce? Sorun neydi o davalarda? Ne olmalıydı?

Şu bir gerçek ki toplum Ergenekon ve Balyoz davalarını hep basın vasıtası ile öğrendi. Basının haber yapma özgürlüğü ve halkın haber alma özgürlüğü anayasa ile güvence altına alınmış olsa da insanların lekelenmeme hakkı bu haklardan her zaman daha üstündür. Bu nedenle ben her dönem için açıkça şunu ifade etmek isterim ki kolluğun yaptığı soruşturma işlemleri ve adliye binalarında savcıların ve hakimlerin yaptığı yargı işleri herkesin konuşacağı, halkın ağzına sakız edilecek nitelikte gayri ciddi şeyler değildir. Dün bu davalar da yine hükümete yakın yayın organlarında gazetecilerin ve kendini gazeteci zannedenlerin diline pelesenk oldu.

Dün bu davaları hararetle savunan ülkede bir derin yapı, ülkede askeri vesayet ve askeri darbe riskinin her daim taze olduğunu haykıran insanların bugün dünkü o sözlerinin aksine bu davalara kumpas demekten gocunmadıklarını görüyoruz. Bu bence çok vahim tablo. İnsan inandığı şeyler konusunda dolambaçlı olmamalı. Düz olmalı. Konjonktüre göre hal tarzı belirleyenler gücün yanında yer almayı meslek edinenler de bu ülkenin normalleşmesini en çok engelleyen niteliksiz ama etkili kalabalıklar. Şunu açıkça ifade edeyim ki ben o dönem bu davaları hukuki olarak takip edip hatalarına yahut gereklerine dair tartışmaların hiçbirisinin içinde yer almadım. Soruşturma ve kovuşturma aşamasında olan bir davanın tarafı da değilsem bu konuda yorum yapmayı da etik bulmadım.

Neticede yargılama mahkemelerin işi. Ancak müvekkillerimin bu davaların soruşturmalarında yer almış olmaları ve bunlardan kaynaklı bir takım suç isnatları ile karşılaşmış olmaları sebebiyle konuya duyarlılığım arttı diyebilirim. O yargılamaların bütününe ışık tutan Ergenekonla ilgili Yargıtay’ın bozma kararı ve AYM’nin Balyoz sanıkları ile ilgili verdiği hak ihlallerini inceleme ve yorumlama fırsatı buldum. Şunu kesin olarak söylemek isterim ki Yargıtay 16.Ceza Dairesinin Ergenekon bozma kararında temel aldığı prensiplerin yüzde onu bugünün yargılamalarına uyarlansa devam eden yahut karar verilmiş davaların hepsi ortadan kalkar. Yargıtay’ın Ergenekon kararındaki gerekçe kısmı yanılmıyorsam 170 sayfa civarında ve bir iki paragraf haricinde bütünü usul hataları. Örneğin CMK 134.madde kapsamında neredeyse tüm sanıklar yönünden bozma kararı verilmiş. Yargıtay diyor ki bir kişiye ait dijitalin imajını olay yerinde almadıysan hadi imkan olmadı kollukta imaj aldın ama yanında şüpheli yahut vekili yoksa, imaj tutanağının bir örneğini vermediysen, bu teknik inceleme için CMK 134.madde kapsamında verilmiş bir mahkeme kararı yok ise o zaman delil hukuka aykırıdır ve hükme esas alınamaz. Bu ifadesini 170 sayfalık gerekçede belki yirmi ayrı yerde zikretmiş.

Mesela bir emniyet müdürünün makamında yapılan aramada elde edilen dinleme kayıtları karara binaen yapılmış dinlemeler olmadığı için ve bu dinlemeleri şüphelinin elde ettiği ispatlanmadığı için hükme esas alınamaz diyor. Şimdi bakıyorsunuz Bylock iddialarına önce 1 milyon dendi sonra 215.092 kişi dendi sonra bir anda 102 bine düşürüldü son aşamada 10 bin kişi daha çıkarıldı. Geriye 91 bin küsur kişi kaldı. Nasıl yapıldı bu? İstenenler eklendi istenmeyenler çıkarıldı. Çok absürt örnekler var. Adam ben bylock kullandım etkin pişmanlıktan faydalanmak istiyorum diye ifade veriyor. Birkaç ay sonra onbin kişilik listede hata ile bylock kullandığı belirtilen kişiler arasına yazıldığı söylenip aklanıyor. Ne oldu bunun kabulü? Mahkeme kararı olmadan elde edilmiş delil delil değildir diyor Yargıtay. Bylock verileri ile ilgili karar veriler elde edildikten 6 ay sonra alınıyor ise Yargıtay’ın Ergenekon için yaptığı bu kabul neden Bylock mağdurlarına geçerli olmaz? Yargı kararları eleştiriye açıktır. Bu konuda Yargıtay’ın kendi kararı var. Ben de bir hukukçu olarak eleştiriyorum ve diyorum ki birine ak olan diğerine neden kara olur. Yargıtay kararında birkaç kez istihbari verilerin hem de MİT’in verdiği istihbari verilerin delil olmayacağı hükme bağlanmış. Aynı Yargıtay şimdi istihbari verilerle insanlara bylock kullandın terör örgütü üyesisin diye seri kararlar verebiliyor. Aynı daire dikkat ediniz. Aynı üyeler. Hukukun bir bakış açısı vardır ve bu herkese eşit olarak uygulanır. İstediğinize eğip bükemezsiniz. Bir İngiliz devlet adamının dediği gibi yasalar garibanlara uygulanır dosta yorumlanır. İşin özü Türkiye’de budur.

Tekrar Yargıtay kararına dönecek olursak usul hataları diyordum. Neden Yargıtay usul üzerine duruyor. Çünkü bir işin şekli kurallarına uyulmadan yapılacak esasa müessir her iş baştan sakat olur. Yargıtay da buna temas ediyor. Avukatlarla ilgili de güzel yorumları var. Avukat yaptığı iş sebebiyle müvekkiline yardım etmiş sayılmaz onunki savunma görevidir diyen Yargıtay. Bakıyoruz yüzlerce avukat arkadaşımız sadece baktıkları davalar nedeniyle tutuklular. Bir arkadaşımız sadece yakup saygılının avukatı olduğu için alındı. Bir yıl tutuklu kaldı. İddianamesi iki kez iade edildi. Neden, delil yok. bir yıl sonra serbest kaldı. Adalet tecelli etti mi?

Yargıtay dinleme işlemleri ile ilgili de önemli noktalara temas ediyor. Yasada belirtilen usul kurallarına riayet edilmemesi gibi. Şimdi biz diyoruz ki GSM firmaları iki yıldan fazla veri tutamaz. Firma 4-5 yıl öncesine ait verileri getirip mahkemeye sunuyor. Nasıl sakladın sen bunu yasa izin vermiyor diyen yok. GSM firmaları mahkemelere gönderdikleri yazılarda kesin konuşmuyor ve hala bu verilerde hatalar olabilir diyor. Birçok avukat onlarca dava dosyasında bilirkişi incelemesi istedi. Ama hiçbir mahkeme yanaşmıyor. Özel olarak alınan hukuki ve teknik mütalaalara ise maalesef yargıçlar gözlerini kapatıyor. Bu siyas atmosferde bir tane bile hakimBylock ile ilgili yeni bir teknik inceleme yaptırmaya cesaret edemez. Neden mesleğini kaybetmemek tutuklanmamak için.

Benzer durum Balyoz davasında da oldu ve sanıkların beraat gerekçesi toplu ve tek. Delil güvenliği sağlanmamış CMK 134’e aykırı. Listelerde isminin bulunmasından kişi sorumlu tutulamaz. Bugün tüm dava dosyalarında nerden çıktığı belli olmayan listelerle insanlar mahkum ediliyor. Karar olmadan hackerlık yöntemi ile elde edilmiş veriler hükme esas alınıyor. CMK 134 sadece Balyoz ve Ergenekon için mi yazılmış bir yasa metni.

Yine Yargıtay kararında gizli tanık ve tanık beyanlarına da ağır eleştiriler var. Mahkemenin bu konudaki görevinin tanığın anlatımlarının doğruluğunu test etmek olduğu yazılı kararda. CMK’ya atıfla tabi. Gizli tanıkların da beyanlarının doğruluğunun mutlaka mahkemece takdiri gerekir diyor. Bakıyorsunuz bir adam yüz kişinin ismini vermiş. O da gelirdi bu da para verirdi. Duydum. Öyle hissettim. Elimde somut veri yok diyor ama mahkeme sen diyorsan doğrudur deyip tanık beyanı üzerine hüküm kuruyor.

Mesela benim de kesinlikle doğru bulduğum tespitler var. Örneğin birinin ikameti arama kararı olmadan aranmış. Deliller alınmış hükme esas yapılmış. Yargıtay haklı olarak karar yoksa delil yok diyor. Dosyanın bütününde bir ya da iki kişi de bu durum var ama Yargıtay genel bir ifade ile sanki tüm sanıklar yönünden bu usul hatası varmış gibi karar yazmış. Bu da ikircikli bir hal örneği. Bugüne gelelim. Onbinlerce insan yargılanıyor ve abartmıyorum binlercesinde arama kararı yok. yazılı gözaltı kararı yok. kimse görmüyor.

Bir de hani derler ya sinekten yağ çıkarmak diye, yargıtay’ın öyle dar alanda geniş yorumları var ki tek gayenin bozma olduğunu açık ediyor.

Asker şahıslar bakımından askeri mahalde yapılacak aramaların sadece askeri görevlilerce yapılacak olmasına rağmen arama işlemine polisin de iştirak etmesi bir bozma nedeni olarak kabul edilmiştir. İki yıldır TV ekranlarında görüyoruz. Polis elini kolunu sallayarak askeri mahal araması yapıyor. Bu konuda mevcut bir düzenleme yapıldı sonradan KHK ile sanırım ama o KHK çıkana kadar da binlerce asker askeri mahalden polis marifetiyle eline kelepçe vurulup çıkarıldı. Eğer yargıtay’ın bu yorumuna bakarsak bu durumda olanların hepsinin davasının akıbeti bozma olmalı.

Ergenekon ve Balyoz davalarında usuli hataların olduğu Yargıtay kabul ediyor. Biz de bu kabuller üzerinden yorum yapıyoruz. Kısmen kapanmış dosyalar. Kimisi hala yargılama aşamasında. Bu nedenle üzerine fazla konuşmayı da hukuki bulmuyorum. Ama görüyoruz ki Balyoz ile ilgili verilen beraat kararını iki başsavcı vekili bazı sanıklar yönünden istinaf ettiler. Başbakan’ın yakın zamanda yaptığı açıklama da Balyoz adında bir darbe girişimini kabul ettiklerini gösteriyor. Sayın CB de Ergenekon diye bir örgüt yok diyemem dedi ve bu dosya da hala yargılama aşamasında. Bu davalarda görev alan polislerin hakim ve savcıların şu an neredeyse tümünün ihraç ve tutuklu olmaları bunun bir cemaat işi olmadığını gösterir. Hele hele siyasi iktidarın bu kabullerine bakarsak. Zira benzer durum 28 şubat davasında da yaşandı. Polisi hakimi savcısı atıldı tutuklandı ama karar çıktı. Demek ki kişilerin cemaate aidiyetini iddia etmek tek başına yargılamaları çöpe atmayı gerektirmiyor.

Cemaat ile ilgili olarak Paralel Devlet Yapılanması ve ‘terör örgütü’ iddiası var. Öncelikle Türkiye’deki yasalara göre terör örgütü olmanın koşulları nelerdir? Görülmekte olan davalarda terör örgütü suçlamasına dayanak olarak gösterilen eylemler nelerdir? Tek merkezden emirler alındığı ve bürokratların ‘paralel devlet’ gibi davrandığı iddialarının delilleri nelerdir? ‘Devlete sızmak’ meselesinin hukukî karşılığı var mıdır? Bu iddialarla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?

Paralel devlet ve terör örgütü iddiaları cemaati yemek için uydurulmuş hukuka aykırı ve suç olan söylemlerdir.

Örneğin x hakimi cemaat mensubu deniyor ve hakkında terör örgütü üyeliğinden dava açılıp cezalandırılıyor. Kendilerine göre hukuki hiçbir tarafı olmayan gazete aboneliği, bylock v.s kriterlerine göre cezalandırıyorlar. Dünyanın hangi hukuk sistemi gazete aboneliğini terör örgütü faaliyeti diye tanımlamıştır.

Bir hakim ile ilgili veya herhangi bir devlet memuru ile ilgili terör örgütü gibi çok ciddi bir ithamda bulunuyorsanız esasa ilişkin çok somut deliller koymalısınız. Terör örgütü olmayan bir hareketin mensuplarını zaten terör suçundan cezalandıramazsınız. Bahsettiğim x hakimin cemaat sempatizanı olduğunu kabul edersek bu suçmudur? Siz insanları yargılarken düşüncelerinden değil fiil ve eylemelerinden yargılayın. Belirtilen hakim yasaya uygun hareket etmiş mi etmemiş mi siz buna bakın. Cemaat iddiasıyla yargılanan hakim savcıların baktığı dosyaları incelesinler bakalım suça konu hangi fiiller var, siz buna bakın.

Tek merkezden emir alındı iddialarına sadece gülüyorum, tüm dosyalarda sadece iddia var. İddiaları ispatlayan hiçbir delil yok, yalancı ve iftiracı tanıklardan alınan beyanları dosyaya delil diye koymak deli saçması bir durumdur.

15 Temmuz sürecinden hemen sonra yapılan yakalama ve gözaltı uygulamalarında ciddi işkence ve kötü muamele iddiaları gündeme geldi. Basına ve sosyal medyaya yansıyan haberler ve görüntülerden de az çok olayın vehameti görülebiliyor. Gözaltında ve daha sonra cezaevlerinde hayatlarını kaybedenler de oldu. Bu vefatların bir kısmı da kayıtlara intihar olarak geçti. Ve yine, gün ortasında adam kaçırmalar da yıllar sonra tekrar gündeme geldi. Hakeza, yurtdışında MİT tarafından kaçırılıp Türkiye’ye getirilen insanlar oldu. Tüm bu yaşananların hukuksuz olduğu değişik kesimlerden hukukçular ve insan hakları aktivistleri tarafından söylenmesine, ayrıca AB ve BM gibi kurumların bu yaşananların hukuksuz olduğuna dair hazırladıkları raporlara rağmen nasıl oluyor da bu tür hukuksuzluklar yapılabiliyor / yaptırılabiliyor?

Benzer durum 80 ihtilalinde de yaşanıyor. Bugün yine ihraç olan bir kısım profesörlerin o zaman henüz asistan iken ihraç olduklarını biliyoruz. O zaman da sıkı yönetim komutanlarının direktifi ile kararlar alınıyordu. Aradan 4-5 sene geçti. İnsanlar bu sürede ciddi mağduriyetler yaşadı ama adalet geç de olsa tecelli etti. Bir iki insanın ağzından çıkan sözle binlerce insanın tüm geleceğinin kararacağına bunun kalıcı olacağına inanmıyorum. KHK’lar Anayasa’nın 15.maddesi ve ilgili hükümlerine göre ve yine Yargıtay içtihatlarına göre ancak döneminde geçerli olur. Binlerce yasal düzenleme yapıldı. Hepsi hukuk çöpü olarak kalacak. Yargı benim kanaatimce rayına oturup sadece hukuka göre karar verecektir.

Anayasa Mahkemesi, OHAL dönemi sürdüğü müddetçe KHK’larla ilgili bir işlem yapmayacağını ilân etti. Peki, OHAL dönemi biterse, bu süreçte çıkarılan KHK’lar hem içerdiği yasalar hem de işten atmalar olarak AYM’ye götürülebilecek mi? Şu anki uygulamaların ‘geri döndürülme’ imkânı var mı? Mağduriyetler giderilebilecek mi? Gasıplar iade edilebilecek mi?

Bunun üç sebebi var. Birinci ve en önemli sebep aşırı kin ve nefrete dayalı kural tanımayan hertürlü ahlaki sınırı aşmış düşmanlık, ikincisi ise gücüne % 100 inanmak. Bu gücün ebedi devam edeceği ve yapılanların hiçbir şekilde karşılığı olmayacağı, yargıya hesap verilmeyeceği inancı. Güç zehirlenmesinin ötesinde güce dayalı intihar diyebiliriz. Üçüncüsü de delil bulunamayan dosyalara delil üretmek ve korku imparatorluğunu toplumun tüm tabanına yaymak. Bunda başarılı da olunmuştur. Şu an iktidardan korkmayan bir Allah’ın kulu yok.

Şu an Türkiye’de yargılamanın savunma ayağının çökertildiğine dair ciddi iddialar söz konusu. Yukarıda da belirttiğim gibi, çok sayıda avukat hapiste ya da firari. Savunmasız veya avukat tutacak parası olmayan mağdurlara bu süreçte neler yapmalarını tavsiye edersiniz? Türkiye’de ya da dünyada haklarını arama adına başvurulabilecek ne gibi merciler bulunuyor? Bu noktada yardımcı olabilecek insan hakları kuruluşları ya da hukuk dernekleri var mıdır?

Bu soruyu izninizle düzeltiyorum. Türkiye de sadece yargılamanın savunma ayağı çökmedi yargı kurumu tamamen lağvedildi. Savunma olmadığı gibi iddia ve karar mekanizması da yok. Saray dosyaları hazırlıyor ve çizilen yola haritasına göre adı hakim savcı olan saray memurları tiyatro sanatçıları gibi rollerinin gereğini yapıyorlar.

Sorunuzun ikinci kısmına gelecek olursak, medeni dünyada yapılan bu hukuk dişi demiyorum artık insanlık dışı muamelelere duyarlı birçok sivil toplum kuruluşları tabiî ki var. Önemli olan bizim bu mekanizmalara derdimizi en iyi şekilde anlatmanın yollarını bulmak. Bundan daha ötesi ise cezaevine olan, öldürülen veya tecavüzeuğrayan insanları kendimizden bir parça gibi görüp dertlenmeliyiz. Dertlenen insan mutlaka derdini anlatacak kişi veya kurumlara ulaşır, bence asıl mesele yeterince dertlenmemek. Bu dertlenme meselesini hukukçu kimliğimle ve vicdani Saiklerimle söylüyorum.

Bizim kullanacağımız argümanımız çok güçlü, haklı ve evrensel. Tüm dünyada karşılığı olan argümanlar ama maalesef bunları anlatmada sınıfta kaldık. Haklı meselemizi anlatmakta daha da gecikirsek yarın inandırıcılığımızı da kaybedebiliriz. Yapılan soykırımı dünyaya çok iyi anlatamazsak soykırıma meşruiyet kazandırırız.

Parası olmayan mağdurlar barolar vasıtasıyla avukat teminine gidebilirler ayrıca arkadaşların hazırladığı hukuki yardımlarla ilgili sitelerden azami faydalanabilirler.Türkiye’deki mevcut hukuksuzlukların giderilmesi ve ülkenin yeniden hukuk rayına oturtulabilmesi için meslek kuruluşları, ya da uluslararası kuruluşlar nezdinde girişimler var mı? Bu girişimler karşılık buluyor mu? Daha neler yapılabilir?

Tabi ki var, ama yeterli sonucu doğuracak güçte ve etkide maalesef olmuyor. Söylem ve kınamanın ötesine gidilemiyor, gerçi AİHM kararına dahi uymayan bir ülkeden bahsediyoruz. ülkemizdeki hukuksuzlukların çözümü için uluslararası kuruluşların tutum ve tavrı çok önemli ama Türkiye de ki kurum ve kuruluşlarında buna destek olması lazım. ülkede işkenceyi ve linci görmeyen kör ve haysiyetini kaybetmiş bir barodan bahsediyoruz.

Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?

 insanlar umudunu kaybetmemeli, bizim en güçlü silahlarımızdan birisi umudumuz olmalı.

Yasaları keyiflerine göre uygulayan ve dönülmez akşamın ufuklarında kabus dolu gecelere uyananları zor günler bekliyor.

Teşekkürler….

1 COMMENT

Comments are closed.