Ahmet Kurucan, The Circle

“Dinî meselelerin tartışılmasında dindar olmayanlar söz söyleyemez mi?” diye soruyor bir okurumuz. Sorunun devamı var; ama önce bir şeyi düzeltelim: Dinî meseleler tartışılmaz, müzakere edilir. Kelime oyunu mu bu? Hayır değil; bir hakikatin ifadesi; dine ve dinî meselelere saygının göstergesi.

“Pekala, tartışma ile müzakere arasında ne fark var ki; ikisi de aynı kapıya çıkıyor.” denilemez mi?

Hayır; denilemez, denilmemeli. Çünkü müzakere farklıdır, tartışma farklıdır. Müzakerede her şeyden önce konunun uzmanları konuşur. Hatta ilgili konunun ait olduğu ilim dalında uzman olma yetmez; spesifik konu ile alakalı alan çalışması yapanlar konuşur. Maksat gerçeği bulmadır, doğruya ulaşmadır. Bütün çabalar, gayretler, niyetler bunun içindir. Ama tartışmalarda fikri olan değil, ağzı olan konuşur.

Alanının uzmanı veya saha araştırması yapmış olması şart değildir. Hedef gerçeğe ulaşmak değil, demagoji yapmaktır; bir meseleyi çözmek ve böylece topluma faydalı olmak hiç değildir. Hedef, karşısında oturan muhatabını alt etmektir. Derecesine göre hırs, garaz, öfke, kin, nefret tartışmalarda muhataba duyulan hissin adıdır.

İki kavram arasındaki farkı böylece belirledikten sonra gelelim sorunun devamına. Mesela Türkçe ibadet. İman etmiş olsa da ibadet hayatı olmayan hatta hiç inanmayan birisine, “Yapılır desek, Türkçe ibadet mi yapacaksınız?” deyip kestirip atıyorlar. Bu yaklaşım doğru mudur?” Çok net bir cevabı var bu sorunun; hayır doğru değildir.

İslam’ın temel ve genel-geçer kaidelerine göre önemli olan, sözü kimin söylediği değil; sözün bizzat kendisidir, muhtevasıdır. Yalnız bu demek değildir ki, sözü söyleyenin önemi yoktur. Aksine sözü söyleyenin, onun kimliğini oluşturan bilgisi, yaşayışı, karakteri, tecrübesi, kamuoyunda kabullenilirliği hatta düşüncesini ifade ederken kullandığı üslubun çok büyük önemi vardır; ama bunların hepsinden daha önemli olan, sözün muhtevasıdır, manasıdır, mahiyetidir.

Soruda ibadet dili ile alakalı olarak getirmiş olduğu argümanlardır; düşüncelerini temellendirmesidir. Bunları tek kelime ve kavramla ifade edecek olursak; ehliyetidir deriz. Bu temel yaklaşıma göre ister ibadetin dili isterseniz başka dinî mevzularda eğer müzakereye taraf olan kişi uzmansa, alan ve saha çalışmasına sahipse, dindar olmasa bile söz söylemeye hakkı vardır ve sözü kaale alınır.

Nitekim Batı dünyasında dün oryantalistlerle başlayan, bugünse ilim düşüncesi ile üniversitelerde İslam felsefesi, tarihi, tasavvufu hatta fıkhi konuları çalışan nice gayrimüslimler vardır. Yaptıkları ilmi çalışmalarla, verdikleri konferans, sunum, yayınladıkları kitaplarla akademik camiada yerlerini almışlardır. İşte soruda bahsedilen kişiler, bizim TV ekranlarında, gazete sütunlarında gördüğümüz türden ideolojik kaygılarla meselelere yaklaşan ehliyetsiz kişiler değil de bu türden insanlarsa sözleri dinlenir, hatta söz söylemeye teşvik edilir. Çünkü böylelerinin serdedeceği görüşler müzakereye ayrı zenginlik katar, konu ayrı derinlikleri ile ele alınır ve doğruya bir adım daha yaklaşılır.

Son söz; dindarlıkla alakalı. Dindarlığın objektif kriterleri yoktur. Namaz kılan dindar, kılmayan dindar değil; zekatını veren dindar, vermeyen dinsiz diyemezsiniz söz gelimi.

Çünkü dindarlığın temeli -belli ölçüde şekil şartlarına riayet olsa da- Allah-kul münasebetine dayanır.

“Harabat ehline hor bakma şakir; definelere malik viraneler var” dizesinde olduğu gibi, harici kimlik, tavır ve davranışları itibarıyla dindar zannedilmeyen öyle insanlar vardır ki kim bilir Allah ile münasebeti itibarıyla belki de evliya, asfiya, mukarrabin derecesindedir. Fakat bu ayrı bir yazının konusu.

 

1 COMMENT

  1. Alanımın uzmanı değilim, saha araştırması da yapmadım, bu halimle hiçbir ilahiyatçıyı alt edemeyeceğimi bildiğim için ne demagoji yapacak donanımım, ne de kin, nefret, öfke, garaz lüksüm var. Tek özelliğim veya derdim modern dünyada dindar olmanın hakkını vermek ve bunun için bana ve milyonlarca dindara ilahiyatçı hizmeti getirildiğine şahit olmak.
    Yazarımız haklı, bu gibi meseleleri uzmanları kendi aralarında müzakere etmeli. Her ne kadar üslubu Hz. Meryem dizisindeki hani o ‘Biz sizin için düşünülmesi gerekenleri düşünüyoruz’ diyen Sadukilerin liderinin üslubunu anımsatsa da bu böyle.
    Peki işi bizim için düşünmek, müzakere etmek olan ilahiyatçılarımız bu görevlerini yerine getiriyorlar mı? Dindar bir biyokimyagerin, doktorun, reklam metni yazarının veya benim gibi dindar olmaya çalışan basit bir tüketicinin şu modern zamanlarda dininin gereklerini yerine getirmesinde rehberlik edebiliyorlar mı, o şartların oluşması için lobi çalışması yapıyorlar mı?
    Pek emin değilim. Hangi hayvanın etinin hangi şartlarda kesilmesi gerektiğini aşağı yukarı biliyoruz da, şu ortalığı sarmış ‘helal’ etiketlerini ne yapacağız? Hadin onları biz tüketiciler bilinçli olsak biz de çözeriz de, bundan yüz sene önce sorulmayan ama şimdi sorulan şu sorulara cevaplarınız var mı?
    Bir kıtadan başka bir kıtaya eziyet edile edile getirilen veya eziyet edile edile kesilen hayvanların etini yemek haram mı helal mi, antibiyotik verilen tavukları yemek, erkek civcivlerin canlı canlı kıyma makinesinden geçirilmesine karşı çıkmak, bunun için tavuk sanayiini boykot etmek haram mı mehruh mu, GDO’lu gıdalarla sadece beslenmek değil, onu önümüze süren piyasaya itiraz etmek farzı ayın mıdır, farzı kifaye midir, eğimli araziye fındık ekmek, ovaya şehir kurmamak sünneti müekkede midir, sünneti gayri müekkede midir? İnsanların köle gibi çalışmasıyla üretilen 2-3 Euroluk elbiseleri satın almak, incik boncuk için kitlesel olarak ormanları, su kaynaklarını yok edenlerin ürünlerini satın alarak, onları ayakta tutarak, bu katliama bu şekilde destek vererek günaha giriyor muyum, girmiyor muyum, Allah bana bunun hesabını soracak mı sormayacak mı?
    Var mı ilahiyatçılarımızın bu ve bunun gibi tonla soru için üzerinde çalıştıkları bir ilmihal, işverenlerin rekabetiyle alakalı hiç olmazsa bir sömestr seminer alan, ilaç sektörü ile alakalı dindar bir kimyagerle, yapay zeka ile alakalı dindar bir yazılımcı ile, sağlık sektörüyle alakalı dindar bir tıpçı ile, müzik sektörüyle alakalı dindar bir müzisyenle kafa kafaya veren? Arapsaçına dönen karı-koca ilişkilerine dair kapsamlı ve satıhlı bir projeniz var mı?
    Siz bunları yapmazsanız, bunun eksikliğini hisseden dindar kitle tartışmaya başlar, Samanyolu’nun rating için çektiği dizileri, reklam alımında sınrı tanımamasını, ipe sapa gelmez tipleri nazara vermesini dini açıdan tahlil eder. Bir soru daha sorayım: Bu gibi müzakere edilmesi ve müdahale edilmesi gerekli konularda seyirci kalıp seküler ahlak talebinde bulunan bir kitlenin oluşmasına sebep olmanın hükmü nedir?
    Son zamanlarda angaje gazetecilikten bahsediyoruz, ya Ahmet Şık’ı savunacaktık, seyirci kalmayacaktık diyoruz. Peki ya angaje ilahiyatçılık? Olmayacak yerlerde bitmeler, gerekli yerlerde ortada görünmemeler, öyylece seyretmeler, gerekli-gereksiz Hocaefendi lansmanları…?
    Canımız istediği zaman çok iyi yapıyoruz, sigaraya dair doğrudan bir ayet veya hadis olmasa bile cemaat içinde olması gerekeni yapıyor ve olması gerekeni diğer cemaatlere ve bütün dünyaya gösteriyoruz. Ama canımız istemiyorsa sal gitsin, Hizmet’te her şey dönüp dolaşıp rehberliğe geliyor, bu ilahiyatçıların işi değil miydi, yeni nesli tanımak, ona göre hizmet götürmek ilahiyatçıların görevi değil miydi?
    Gördüğünüz gibi hiçbir şeyi tartışmadım, sorularım var ve başlıklarını verdim, bizden ‘Oruçluyken sakız çiğnenir mi hocam?’ diye soran dindarlıkta bir insan çıkarmadığınız için minnettarım, ama ağzım var konuşuyorum, yokluğunuzu hissediyorum diyorum. Giydiğim bir elbisenin üzerinde ilahiyatçılarımızın önayak olduğu bir mücadelenin ürünü olan bir etiket görmek, gurur duymak istiyorum, o elbise ile Hıristiyana, Museviye, ateiste örnek olmak istiyorum, o mücadeleyi bile görsem yeter. Ve Hizmet, hizmet götürmektir, hizmet beklemek değil. Böyle düşünüyorum.

Comments are closed.